Isekai Boksör Bölüm 18 - Arslan ile Dövüşmek II
Arslan, yüzünde şeytani bir gülümsemeyle Lucian’a doğru yürürken gözlerinde soğuk bir kararlılık vardı. "Demek elini feda edecek kadar ileri gittin ha? Sence buna değer miydi? Yaptığın tek şey ölümünü geciktirmek oldu," dedi, alaycı bir ses tonuyla.
Lucian acı içinde kıvranarak Arslan’ın gözlerine baktı. Gözlerinde hem hırs hem de derin bir nefret vardı, ancak aynı zamanda korkunun izleri de belliydi. "Korkuyorum," dedi dişlerini sıkarak. "Hem de çok korkuyorum ama buraya kadar gelmişken pes edemem. Burada kaybedersem ne olacak? Sakat bir elle pes edersem sonum iyi mi olacak? Diğer ailelerin çocukları bunu fırsat bilip peşimden gelecekler, hatta belki kendileri uğraşmak yerine birkaç suikastçıyı beni öldürmeleri için yollarlar." Sesinde, yaşadığı çaresizlik ve korkunun titreşimi vardı.
Arslan, sanki Lucian’ın zayıflığından keyif alıyormuş gibi yürüyüşünü hızlandırdı. "Seni öldüremeyeceğimi mi sanıyorsun?" diye tehditkar bir tonda sordu. Gözleri karanlıkla doluydu. "Belki bir ceza alırım ve sonra? Herkes seni unutacak ve Marki Arthur’un oğlunu yenen kişiyi konuşmaya devam edecekler. Marki Arthur bile senin gibi zayıf bir çocuktan kurtulduğu için mutlu olacaktır. Herkes seni terk edecek!"
Lucian, Arslan’ın her adımına rağmen kararlı bir şekilde yerinde durdu. İçindeki korkuyu bastırmaya çalışarak derin bir nefes aldı. "Koç," dedi içten bir özlemle, "şu an senden bir iki söz duymak güzel olurdu. Muhtemelen bana bu dövüşe hiç çıkmamam gerektiğini söyleyip dururdun ve beni bu halde gördükten sonra rakibimi yenmem için taktikler verip dururdun. Ne de olsa sen de benim gibi bir boks delisisin. Mirasının burada sonlanmasına izin vermeyeceğim."
Arslan’ın sabrı tükenmişti. Lucian’a bir adım daha yaklaştı ve kılıcını havaya kaldırarak, "Yolun sonuna geldik!" diye bağırdı. Kılıcını indirdiği yere baktığında Lucian’ın yerinde olmadığını fark etti. Gözleri büyümüş bir halde, öfkeyle haykırdı: "Yine mi! Nasıl!?"
Lucian, zorlanarak nefes alırken sesinde kararlılık hissediliyordu. "Sanırım bir şeyi yanlış anladın," dedi. Kelimeleri acı ve yorgunlukla doluydu.
Arslan, şaşkınlıkla etrafına bakarak, "Ne!?" diye karşılık verdi. Lucian’ın bedeni perişan bir haldeydi; sol kolu hareketsiz, vücudu kesikler ve morluklarla kaplıydı. Ancak Lucian’ın gözlerindeki ateş, o zayıflamış bedenin ötesindeydi. Bu, onu ayakta tutan, hayatta kalma içgüdüsünü besleyen bir iradeydi.
Arslan’ın gözleri, Lucian’ın nasıl olup da hala ayakta olduğuna inanamaz bir haldeydi. "Nasıl hareket ediyorsun! Bacaklarını hareket ettiremiyor olmalıydın!" diye sordu, sesindeki şaşkınlık gittikçe artıyordu.
Lucian hafif bir gülümsemeyle, "Beni ölümle korkutamazsın, çünkü ben çoktan bir kere öldüm," dedi ve gözlerinde bir parıltı belirdi. "Büyücüler, yaptıkları büyünün yerini ve yönünü belirleyebilmek için büyü çıkışını ellerine odaklamaya çalışırlar ve buna alışırlar. Ama tüm vücudu mana dolu olan benim gibi biri için böyle bir şey zorunlu mu? Vücudumun her yeri mana doluysa, büyünün çıkışı her yerden olabilir. Yani bu, kulaklarımdan, burnumdan hatta gözlerimden bile büyü gücü çıkarabileceğim anlamına gelir. Ya da ayaklarımdan..."
Arslan, Lucian’ın bu açıklamasını duyunca şaşkınlığı yerini öfkeye bıraktı. "Haklısın, beni öldürürsen herkes beni unutup seni konuşmaya başlayacak. Peki ya ben seni öldürürsem ne olur? Kimsenin umurunda olmaz, çünkü sen hiçbir değeri olmayan bir çöp parçasından başka bir şey değilsin," diye bağırdı. Sinirle kılıcını savurdu, her darbesi rüzgarı hiddetle savuruyor, kulakları sağır eden bir ses yankılanıyordu.
Lucian, büyüsünü ayaklarına odaklayarak hızla Arslan’ın saldırılarından kaçarken içinden bir strateji oluşturuyordu. "Onu sinirlendirdim," diye düşündü. "Bacaklarımı tam olarak kullanamıyorum ama sinirlendiği için saldırılarına odaklanmıyor. Bu benim avantajım. Avucuma düştün."
Arslan, öfkesini daha fazla kontrol edemeyerek haykırdı: "Olduğun yerde dur!" Kılıcıyla vahşice saldırmaya devam etti. Lucian, rüzgar büyüsünü kullanarak Arslan’ın darbelerinden kaçsa da her seferinde duvara çarpıyor veya yerde taklalar atarak durabiliyordu.
Lucian, içinden derin bir nefes aldı. "Buna daha fazla devam edersem kendi kendimi bitireceğim. Bu iş burada bitmeli," diye kendi kendine fısıldadı. Kararlı bir bakışla son bir saldırı için odaklandı. Bu saldırının mükemmel olması gerekiyordu.
Seyircilerden şaşkınlık dolu sesler yükseldi. "N-Ne!" "Bu gerçek olamaz değil mi?" "O daha birkaç yıldır büyü öğrenen bir çocuk değil mi?" diye fısıldaşıyorlardı.
Lily, Lucian’a gözlerini dikip baktı ve sakin bir şekilde, "Yeteri kadar gördüm," dedi, arkasını dönüp arenanın çıkışına doğru yürürken.
Arslan, Lucian’ın gözlerindeki kararlılığı görünce hayretler içinde kaldı. "Dalga geçiyorsun değil mi?" dedi, şaşkınlıkla. Lucian havada süzülüyordu.
Serenna, izlediği manzaraya inanamayarak, "Uçma büyüsü mü? Bu ileri seviye bir büyü değil mi? Lucian henüz 4. seviye bir büyü kullanıcısı olmalı," diye fısıldadı. Marki Arthur ise tepkisiz bir şekilde dövüşü izlemeye devam ediyordu.
Lucian, kendisiyle dalga geçercesine homurdandı. "Sikeyim, bu uçma büyüsü gibi bir şeyden kat kat daha zor! Sürekli olarak büyünün ne yöne ve ne miktarda çıkacağına odaklanmalıyım. Buna daha fazla dayanamayacağım."
Arslan alaycı bir şekilde güldü. "Korkudan uçmayı mı öğrendin? Ne yapacaksın, uçarak kaçacak mısın? Saldırılarım sana ulaşamaz mı sanıyorsun?" diye meydan okudu.
Lucian, son bir gayretle, "Overheat durumun bitene kadar gökyüzünde süzülmek güzel olurdu ama senden önce enerjisi biten kişi ben olacağım," diye mırıldandı.
Arslan’ın sabrı tükenmişti. "Geliyorum!" diye bağırarak kılıcını gökyüzüne doğru savurdu. Kılıcından çıkan enerji dalgaları gökyüzünde patlarken, Lucian’ın hareketlerini kısıtlıyor, gökyüzünü onun için daha tehlikeli hale getiriyordu.
Lucian, nefesi kesik kesik, "Sikeyim, nasıl bir canavar bu?" diye düşündü. Kaçmaya devam ederken gücü tükeniyordu, kaçınmak her geçen saniye zorlaşıyordu.
Arslan, son bir hamleyle, "Bu saldırıyla işini bitireceğim!" diye bağırdı. Ancak tam o sırada dengesini kaybetti, ayağının altında bir gariplik hissetti.
Alice, heyecanla bağırdı: "B-Baba! Bu Lucian’ın dövüşün başında yaptığı bataklık büyüsü!"
Alice’in babası Hugo şaşkınlıkla Arslan’ın ayağına baktı. "E-Evet, gözlerime inanamıyorum. Yani başından beri planı bu muydu?" diye haykırdı.
Lucian, bir an bile tereddüt etmeden, "Şimdi!" diye kükredi. Kendini serbest bırakarak gökyüzünden aşağı doğru hızla dalışa geçti.
Lucian, gökyüzünde kendini serbest bıraktığı anda, baş aşağı döndü ve tüm büyü enerjisini ayaklarına odaklayarak hızla Arslan’a doğru dalışa geçti. Vücudunda kalan her zerre büyüyü topluyor, son darbesini indirmek için bütün gücünü bir araya getiriyordu. Hedef belliydi: Arslan’ın kafası. Gözleri kararlılıkla parıldıyordu; bu son hamleydi, ve geri dönüşü yoktu.
Aşağıda, Arslan Lucian’ın ona doğru yaklaşmakta olduğunu fark ettiğinde yüzünde acı bir gülümseme belirdi. “Sikeyim,” diye mırıldandı kendi kendine, ardından sesini yükseltti, "Öbür tarafta rövanş için bekliyor olacağım..."
Lucian ve Arslan tam anlamıyla yüz yüze geldiğinde, Lucian tüm aurasını yumruğunda topladı ve onu sanki gökyüzünden kopup gelen bir meteor gibi Arslan’a indirdi. Yumruğu yere çarptığı anda devasa bir patlama meydana geldi, alevler ve ses dalgaları arenayı sardı. Patlama öylesine güçlüydü ki Marki Arthur’un oluşturduğu aura kalkanında bile çatlaklar oluştu. Arenayı izlerken soğukkanlılığını hiç bozmayan Arthur, ilk kez duruşunu değiştirerek kalkanındaki çatlaklara baktı.
“Sanırım doğru bir karar vermişim,” dedi sessizce, ardından hiç tereddüt etmeden arenayı terk etmeye koyuldu.
Serenna, babasının arkasından seslendi: “B-Baba! Nereye gidiyorsun! Sen gidersen kalkanı kim tutacak?” Ancak babasının kalkanına artık ihtiyaç kalmamıştı. Çünkü savaş sona ermişti.
Patlamanın yarattığı kör edici ışık azaldığında, arenada sessizlik hakim oldu. Seyirciler arenanın içindeki yıkıma bakakalmıştı. Zeminde devasa bir krater oluşmuş, duvarlar paramparça olmuştu. Lucian’ın saldırısı zemini metrelerce derinliğe gömmüştü. Marki Arthur yeterince uzaklaştığında, aura kalkanı yok oldu ve arenadaki sıcak hava dalgası izleyicilerin yüzüne çarptı. Herkes gördüklerine inanamıyor, olan biteni anlamaya çalışıyordu.
Lucian, kraterin tam ortasında ayakta duruyordu. Bir ayağıyla Arslan’ın bedeninin üzerine basmış, elleri tamamen paramparça olmuştu. Ancak hiçbir acı belirtisi göstermeden, sağ elini göğe doğru kaldırarak zafer işareti yaptı.
Seyirciler, şaşkınlıkla fısıldaşmaya başladı: “Efendi Lucian kazandı mı?” “Onu öldürdü mü?” “Hayır, yaşıyor baksanıza!” “Peki o zaman ona vurmayı başaramadı mı?” “Ne oluyor burada?”
Bu konuşmaların ortasında devasa bir ses yükselmeye başladı, insanlar neye tanık olduklarını anlamaya çalışırken, Arslan Lucian’a baktı. “Neden beni öldürmedin?” diye sordu, ama Lucian’dan cevap alamadı.
Arslan, ısrarla tekrar sordu: “Cevap versene! Neden?..” Ancak Lucian’ın tepkisizliği dikkatini çekti. Ona daha dikkatli bakınca, Lucian’ın kendinden geçmiş olduğunu anladı. Lucian’ın bilinci kapanmış, ama vücudu yıkılmayı reddediyordu. Bu onun iradesiydi.
Arslan, acı bir gülümsemeyle, “Anlıyorum…” dedi ve Lucian’ın ayağını üstünden çekti. Yavaşça doğrulup Lucian’ı kucakladı. Ardından başını arenadaki kalabalığa çevirdi ve avazı çıktığı kadar bağırdı: “HERKES ÇENESİNİ KAPATSIN!”
Bir anda arenada ölüm sessizliği hakim oldu. Tüm bakışlar Arslan’a çevrilmişti.
Arslan, tüm dikkati üzerine topladıktan sonra, yüksek sesle ilan etti: “Pes ediyorum, kazanan Efendi Lucian Wintergate’dir.”
Bu sözler, arenadaki fısıltıları yeniden başlattı. Seyirciler şaşkınlık içinde konuşuyorlardı: “Pes mi ediyor?” “Bu da ne şimdi? Bu bir gösteri miydi?”
Arslan, sesini bir kez daha yükseltti: “İtirazı olan varsa, şu an benimle yüzleşebilir ya da çenesini kapayıp siktir olup gidebilirler. Ben; Arslan Wintergate, bu günden itibaren hayatımı Lucian Wintergate’e adıyorum!”
Bu sözlerle birlikte Lucian’ı kucaklamaya devam ederek arenanın çıkışına yöneldi. Seyirciler hayretler içinde kalmıştı. Fısıltılar yeniden yükseldi: “Hayatını mı adıyor?” “Ciddi olamaz, değil mi? Az önce ettiği yemin!” “Aptal, bu bir Wintergate yemini. Hala anlamıyor musunuz? Arslan Wintergate, saldırıdan kaçınmadı. O, bağışlandı.”
Serenna, gördükleri karşısında şok içinde kalmıştı. “Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Bu tarz bir büyüyü ilk defa görüyorum. Her şey bir yana, bu bir büyü mü ki? Hayır, bunlar önemli değil. Gidip Lucian’a bakmalıyım.”
Serenna koşarak arenanın çıkışına yöneldi. Arslan’ın Lucian’ı taşıdığını gördüğünde, öfkeyle ona bağırdı: “Bırak onu, kollarını kaybettiğini görmüyor musun? Daha ne istiyorsun?”
Arslan, sanki umursamıyormuş gibi gözlerini devirdi. “Ahh... Bu insanlar gerçekten laftan anlamıyor, değil mi?” dedi ve öfkeyle kırmızı aurasını etrafa yaymaya başladı.
Serenna, meydan okurcasına karşılık verdi: “Bu halde benimle savaşabileceğini mi sanıyorsun? Kardeşimi seninle bırakmayacağım!”
Arslan, bakışlarını hafifçe yumuşatarak, alaycı bir gülümsemeyle karşılık verdi: “Kardeşin mi? Ah, lütfen kabalığımı bağışlayın. Efendimin ablası olduğunuzu fark etmedim.” Ardından aurasını geri çekti.
Serenna, şaşkınlıkla cevap verdi: “Ne? Efendim mi?”
Arslan, sabırla açıklamaya başladı: “Sanırım şu aptal insanlar yüzünden beni duymadınız. Ben, Arslan Wintergate, bu günden itibaren hayatımı Lucian Wintergate’e adadım. Yani izin verin de onu iyileştireyim.”
Serenna, bu teklife kuşkuyla yaklaştı: “İyileştirmek mi? İyi de bunu nasıl yapacaksın... yoksa!”
Arslan, gururla başını salladı: “Evet, ejderha katili olan tek aile siz değilsiniz. Ona ailemizin hazinesi olan ejderhanın kanından vereceğim.”
Serenna, bu teklife şaşkınlıkla karşı çıktı: “Bundan emin misin? Marki Arthur kendi oğluna bile böyle bir şeyi vermezdi.”
Arslan, Lucian’ın durumu hakkında endişelenirken, sabırsızca cevap verdi: “Bu yüzden onu sana vermek yerine yanımda götürüyorum. Daha fazla oyalanırsak, ejderhanın kanı bile işe yaramayabilir. Gidelim.”
Serenna, başıyla onayladı ve ikisi de hızla Kırmızı Kar Tanesi ailesinin hanesine doğru yola çıktılar...