Isekai Boxer Bölüm 19 – Tanrının Ziyareti
Arslan kucağında Lucian’la, yanında Serenna ile birlikte Kırmızı Kar Tanesi Hanesi’nin kapısının önünde durmuş, gözleri kararlı bir şekilde ileriye bakıyordu. "İçeri girdiğimizde konuşma işini bana bırak," dedi, sesi sakin ama aynı zamanda otoriterdi. "Babamı ikna edebilecek biri varsa, o da benim."
Serenna başını hafifçe sallayarak onayladı, düşünceleri derin bir kuşkunun etrafında dolanıyordu. “Demek Kırmızı Kar Tanesi’nin lideri,” diye içinden geçirdi. "Gücünün babama denk olduğu söylenir. Eğer babam gibiyse, kanı bize kolay kolay vermeyecektir.”
Üçü birlikte, ağır adımlarla Kuoten Wintergate’in odasına girdiler. Arslan önde, kucağında Lucian ile babasının karşısında durarak onu selamladı. Serenna da nazik bir reverans yaptı, içindeki tedirginliği bastırmaya çalışarak.
"Duydum," dedi Kuoten, Arslan’ın sözünü keserek. Sesinde ne bir şaşkınlık ne de merhamet vardı. "Dövüşü izlemesi için oraya kimseyi göndermediğimi mi sandın?"
Arslan, duyduklarından cesaret alarak hemen atıldı. "Öyleyse-"
"Sessiz ol!" diye bağırdı Kuoten, sesi bir fırtına gibi patlayarak odanın içinde yankılandı. "Gerçekten sana ejderha kanını vereceğimi mi sandın? Onurlu bir şekilde yenilmek yerine pes ettikten sonra mı? Tüm bunlar da yetmezmiş gibi, başka bir hanenin çocuğuna sadakat yemini etmişsin. Sen de baban gibi o piçlerin gölgesinde mi kalmak istiyorsun?"
Arslan derin bir nefes aldı, zihninde babasına karşı gelebilecek kadar cesur olmanın gerektirdiği kuvveti toplamaya çalıştı. “Baba, düşündüğün gibi değil. Ben pes etmedim… Efendi Lucian bana merhamet etmese, çoktan ölmüş olurdum.”
Kuoten küçümseyici bir şekilde kaşlarını kaldırdı. "Merhamet mi? O iki kolu olmayan çocuk mu?"
Nasıl bir mücadeleye şahit olduklarını anlatmanın zamanıydı. Arslan, bakışlarını sabitleyip sakin kalmaya çalıştı. "Nasıl bir saldırı yaptı bilmiyorum," dedi. "Ama kazanmak için iki kolunu feda etmiş olması bile onun cesur bir savaşçı olduğunu gösterir. Bize her zaman pes etmememiz gerektiğini söyleyen sen değil miydin baba? Öyleyse Efendi Lucian biraz da olsa saygını hak etmiyor mu?"
Kuoten alaycı bir gülümseme ile başını salladı. "Neden? Ne olursa olsun bu, seni varis olma hayallerinden vazgeçirmemeliydi. Ne oldu da hayallerinden vazgeçip bu çocuğa sadakat yemini etmeye karar verdin?"
Arslan derin bir nefes daha aldı, bu kez kalbinin en derin yerinden gelen bir cevapla konuştu. "Hayallerimden vazgeçmedim, baba. Hayalim hiçbir zaman varis olmak değildi. Hayalim senin gibi güçlü olabilmekti. Ve bu hayali Efendi Lucian’ın yanında gerçekleştirebileceğime inanıyorum. Onun gerçek varis olduğuna inanıyorum ve istediğim şey ise onun için savaşan kılıcı olmak."
Kuoten, oğluna bakarken gözlerinde karışık bir ifade belirdi, sanki içinde farklı duygular çarpışıyordu. "Bir kalkan değil de bir kılıç ha? Sanırım bu bizim kanımızda var. Baban gibi olmak istiyorsun ha? Peki, öyle olsun..." Duraksadı, sesindeki sertlik biraz yumuşamış gibiydi. "Arslan Wintergate, Ejderha Kanını alabilirsin. Ama karşılığında Kırmızı Kar Tanesi Hanesinden kovulacaksın. Kabul ediyor musun?"
Arslan'ın içinden bir kasırga geçti, babasının sözleri yankılandıkça kalbinde derin bir acı hissetti. Fakat bir saniye bile tereddüt etmedi. "Evet, ediyorum."
Kuoten başını salladı. "Peki, öyleyse… Ejderha Kanı ile efendini tedavi ettikten sonra buradan git. Bir daha asla geri dönme."
Arslan memnuniyetini gösterircesine başını eğdi, içindeki karmaşık duyguları bir kenara bırakıp görevine odaklandı. Lucian’la birlikte revirin yolunu tuttu, zihninde babasının son sözleri yankılanırken.
Revire girdiklerinde, odanın ağır havası Arslan'ın göğsüne bir taş gibi oturdu. Küçük pencerelerden sızan loş ışık, taş duvarların karanlık çatlaklarında kayboluyordu. Arslan, Lucian’ı titizlikle bir yatağa yatırdı. Yatakta eski kan lekeleri ve savaşın izleri vardı; burası sadece bir tedavi yeri değil, bir savaş alanının yankısı gibiydi.
Arslan, Lucian’a ejderha kanını içirmeye başladı. Her damlanın, onun hayatını geri getireceğine inanıyordu. "Hadi, geç kalmadığımızı biliyorum!" diye mırıldandı. "Başarabilirsin!"
Serenna, Lucian’ın başucunda diz çökmüş, onun elini sımsıkı tutuyordu. "Lucian, lütfen! Gücünü son bir kez daha göster!"
Zaman durmuş gibiydi. Ejderha kanı Lucian’ın damarlarına dolarken odada bir sessizlik hâkim oldu. Serenna’nın yüzüne endişe yayılmaya başlamıştı. "Neden işe yaramıyor?" dedi, sesindeki panik Arslan’a da bulaşmıştı.
Arslan derin bir nefes aldı, gözleri kapalıydı. "Kanı tamamen tüketti. Bu saatten sonra yapabileceğimiz tek şey beklemek..."
Lucian başındaki zonklamaya rağmen gözlerini açtı. "Neredeyim..." diye mırıldandı, etrafına boş bir şaşkınlıkla bakındı. Beyaz bir sonsuzluk dışında hiçbir şey göremedi, ne koku vardı ne de yere bastığını hissediyordu. Birkaç saniye içinde durumu kavradı.
"Hay sikeyim, yine mi?" diye içini çekti.
Tam o anda, devasa bir yıldırım önüne çakıldı ve bir anda o tanıdık figür belirdi.
"HAHAHAHAHAHA! Tekrardan buluştuk!" Dövüş Tanrısı'nın gür sesi etrafta yankılandı.
Lucian gözlerini devirdi. "Hala eskisi kadar seslisin ha?"
Dövüş Tanrısı, gülmeye devam ederken coşkuyla karşılık verdi. "Ne yani? Beni hiç özlemedin mi? Oysa ki bu buluşma için hazırlık bile yapmıştım!"
Lucian kaşlarını kaldırdı. "Hazırlık mı?" diye sordu, alaycı bir tonda.
Dövüş Tanrısı heyecanla Lucian'ın arkasındaki masayı ve iki sandalyeyi gösterdi. Lucian masaya baktı, sonra tekrar Tanrı'ya döndü. "Bir masa ve iki sandalye… bundan etkilenmem mi gerekiyordu?"
Yavaşça ayağa kalktı, başını ovuşturarak sandalyelerden birine oturdu. "Ne oldu peki, yine mi öldüm?"
Dövüş Tanrısı da diğer sandalyeye oturmayı denedi ama sandalye anında parçalandı. Yere düşen Tanrı, devasa boyutuyla hala oturuyormuş gibi görünüyordu, fakat bu komik durum onun ciddiyetini bozmadı. Gözlerini kısarak Lucian’a baktı.
"Hayır, ölmedin. Hatta içtiğin Ejderha Kanı sayesinde tüm kemiklerin ve kasların yenilenecek. Eskisinden bile daha iyi olacaksın," dedi, kendinden emin bir şekilde.
Lucian derin bir nefes alıp arkasına yaslandı. "Öyleyse neden buradayım?" diye sordu.
Dövüş Tanrısı'nın yüzünde hafif bir hayal kırıklığı belirdi. "Hay lanet… Gerçekten beni hiç özlemedin mi? Her neyse, sunduğun gösteriden şimdiye kadar oldukça memnunum."
Lucian başını hafif yana eğdi. "Arslan ile olan dövüşü mü kastediyorsun? Son anda onu öldürmekten vazgeçtim, yani dövüşü çoktan kaybettim."
Dövüş Tanrısı alaycı bir gülümseme ile karşılık verdi. "Gerçekten öyle mi sanıyorsun? O zafer pozu neydi peki ha?"
Lucian şaşkın bir şekilde kaşlarını çattı. "Z-Zafer pozu mu?"
Tanrı, Lucian'ın şaşkınlığıyla alay ederek elini salladı. Hologram benzeri bir ekran belirdi ve Lucian’a dövüşün sonunda sergilediği zafer pozunu gösterdi. Lucian utancından neredeyse küçülmek istiyordu.
"B-Bunu yaptığımdan haberim bile yok! Vücudum kendi kendine hareket etmiş olmalı!" diye aceleyle açıklamaya çalıştı. "Tüm gün beni izlemekten başka işin yok mu?"
Dövüş Tanrısı gülme krizine girercesine kahkaha attı. "HAHAHAHA! Bu dövüş gerçekten eğlenceliydi. Uçabilmek için rüzgar büyüsünü mükemmel şekilde manipüle etmek mi? Kollarını bombaya çevirmek mi? Böyle bir savaşı sadece sen çıkarabilirdin ve senin sayende sıkıntılarımdan bir nebze de olsa kurtuldum."
Lucian övgüyü işitince gururu okşanmıştı, ama yine de ne için burada olduğunu anlamamıştı. Bir şeyler eksikti.
"Peki, benden ne istiyorsun?" dedi sabırsızca.
Dövüş Tanrısı ciddileşerek Lucian’a baktı. "Aslında seni uyarmak için çağırdım," dedi. "Normalde böyle bir şeyi söylemem uygun olmaz ama senin gösterilerin bana eğlence kattı. Bir ayrıcalık yapabilirim."
Lucian meraklandı. "Uyarmak mı? Ne için?"
Tanrı kaşlarını çatıp ona daha yaklaştı. "Bu dünyada neler yaptığının farkında mısın? En güçlü kılıç ailesinde doğdun ve en büyük kılıç ustasından bile önce uyandın. Ama tüm bunları bir kenara itip büyücü olmayı seçtin. Tabii insanlar böyle düşünüyor ama sen hem aura yıldızlarını hem de mana çemberlerini geliştirmeye devam ettin. Ve bedenini manayı mükemmel şekilde kullanabilecek hale getirdin."
Lucian başını hafifçe salladı, bu bildiği bir şeydi. Fakat Dövüş Tanrısı’nın yüzündeki ciddi ifade, bir şeylerin daha derin olduğunu gösteriyordu.
"Kas fiberlerine aura aktarmak mı? Böyle çılgınca bir şeyi ben bile yapamazdım!" diye devam etti Dövüş Tanrısı.
Lucian, Tanrı'nın övgüsüne rağmen alaycı bir şekilde sordu. "Yani beni güçlendiğim için mi uyarmaya geldin? Benden korkuyor musun yoksa?"
Dövüş Tanrısı güldü. "HAHAHAHA! Güldürdün beni. Evet, yaptığın şeyi ben bile yapamazdım, ama senden korkuyor muyum? Elbette hayır. Ben, tüm tanrıların üstünde duran kişiyim. Güçlülerin arasında bile en güçlü olan benim."
Lucian içinden "Bu adam kendini övmeyi ne kadar seviyor," diye düşündü. Yine de, bu buluşmanın altında yatan nedeni anlamak için bekledi.
Lucian rüyasında Dövüş Tanrısı'yla karşılaştığında, kendini büyüleyici ama bir o kadar da tehditkar bir atmosferin içinde buldu. Dövüş Tanrısı sakin bir ses tonuyla konuşmaya başladı, ama gözlerindeki derin kaygı inkar edilemezdi.
"Her neyse, ben korkuyor olmasam da bazı tanrılar endişelenmeye başladı."
Lucian merak ve bir nebze de tedirginlikle, "Endişelenmeye mi? İyi de neden?" diye sordu.
"Tanrılar bile ölebilir biliyorsun değil mi? Tüm tanrılar benim kadar güçlü değil, şu anda herhangi bir tanrıyla savaşabilecek kadar güçlü olmasan da bu yolda devam edersen bazı tanrılar için tehdit oluşturmaya başlayacaksın."
Bu sözler Lucian'ı biraz sersemletti. Yavaşça, "Öyleyse ne olacak? Gelip beni öldürecekler mi?" diye sordu. İçindeki öfkeyi gizlemeye çalışsa da, sözlerinde bir meydan okuma vardı.
Dövüş Tanrısı, gergin bir gülümseme ile cevap verdi. "Direkt olarak bunu yapmaları mümkün olmasa da evet, büyük savaş zamanında tanrıların gücüne erişen birkaç insan olmuştu ve bu tanrıları çok korkutmuştu."
Lucian, kaşlarını çatarak bir adım ileri atıldı. "Büyük Savaş mı? İblislerle olan bir savaşın Tanrılarla ne ilgisi var?"
Dövüş Tanrısı'nın yüzü aniden karardı. "Sana daha fazlasını söyleyemem, seni sadece Havarilere karşı dikkatli olman gerektiğini söylemek için buraya çağırdım. Daha fazlasını öğrenmek istiyorsan güçlenmeye devam etmelisin, eğer onlarla karşılaşırsan daha fazlasını öğrenebilirsin."
Lucian’ın sabrı tükenmeye başlamıştı. "Onlar mı, onlar da kim?"
Ama Dövüş Tanrısı’nın gücü tükenmek üzereydi. "Fazla zamanımız kalmadı, seninle görüşmek için çok fazla güç kullandım. Bir dahaki görüşmemiz ne zaman olur bilmiyorum. Ayrıca bu görüşme öğrenilirse çok fazla düşman edinebilirim, yani beni özlesen iyi edersin!" dedi ve alaycı bir gülümseme takındı.
Lucian sinirle yumruğunu sıkarak, "Siktiğimin çenesini kapatıp sorularıma cevap versene seni ih—!" diye çıkıştı ama cümlesi yarım kaldı. Gözlerini açtığında ter içinde uyandığını fark etti. Başını hızla etrafında gezdirdi; burası tanıdık bir yer değildi.
Lucian’ın eli yanındaki Serenna’nın eline değdi. Serenna, uykusundan uyanarak heyecanla Lucian’a sarıldı. "Lucian, iyisin!" dedi gözleri dolarak.
Lucian, Serenna'nın bu endişesini hafif bir tebessümle karşıladı. "Evet abla, iyiyim. Ama neredeyiz?"
"Kırmızı Kar Tanesi hanesindeyiz."
Bu isim Lucian’ın kafasını karıştırmıştı. "Kırmızı Kar Tanesi mi?"
Tam o sırada revirin kapısı açıldı ve Arslan içeri girdi. Lucian onu gördüğünde, refleks olarak büyü yapmaya başladı. Ancak Arslan ellerindeki su ve bez parçalarını göstererek, hafif bir panik içinde konuştu. "D-Dur! Savaşmak için burada değilim."
Lucian, kısa bir an durakladı, ardından özür dileme gereği hissetti. "Durumu şimdi anlıyorum, davranışlarım için özür dilerim. Nedense sersemlemiş ve doğru düşünemiyormuşum gibi hissediyorum."
Arslan sakin bir şekilde açıkladı. "Sorun yok, bunun sebebi vücudunda dolaşan ejderha kanı olmalı. Vücudun buna alışana kadar biraz sarhoş gibi hissedeceksin."
Lucian şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. "Ejderha kanı mı? İyi de babam bunu kendi çocuğuna bile vermezdi, öyleyse…"
Serenna söze girdi, minnet dolu bir sesle, "Evet, Efendi Arslan babasıyla konuşarak değerli ejderha kanını sana vermeye ikna etti."
Lucian, bir an Arslan’a baktı ve minnettarlığını dile getirdi. "Bunu neden yaptın bilmiyorum ama teşekkür ederim, geri ödeyeceğimden emin olabilirsin."
Arslan gülümseyerek omuz silkmişti. "Geri ödeyebileceğinden emin misin? Ejderha kanının bir şişesi koca bir imparatorluğun servetiyle eşdeğer bir seviyededir."
Lucian soğuk terler dökerken başını eğdi. "B-Bir gün ödeyeceğim…"
Arslan ise gülüşünü tutamıyordu. "HAHAHAHAHA!"
Lucian içten içe gülümseyerek homurdandı. "Gerçekten şu gülüşü hiç özlememişim, belki de beni arenada öyle bırakmalıydın."
Arslan neşeyle devam etti. "HAHAHAHA! Gerçekten güzel şakalarınız var efendim!"
Lucian kaşlarını çatarak, "Efendim mi?" dedi.
Serenna başını salladı. "Uzun hikaye, kısaca Arslan sana sadakat yemini etti ve ejderha kanını almak için kendi hanesinden kovuldu."
Lucian şaşkınlıkla Arslan’a döndü. "Sadakat yemini mi?"
Arslan, kararlı bir sesle, "Aynen öyle, bundan sonra kılıcın olacağım!" diye cevapladı.
Lucian tam bu sırada kapıda devasa bir kadın silueti fark etti. Kadının devasa kaslı bedeni kapıyı tamamen doldurmuştu ve elindeki hizmetçi tepsisiyle tehditkar bir şekilde içeri girdi.
Arslan neşeyle kadına bakarak, "Baş hizmetçi..." dedi.
Baş hizmetçi, Lucian, Serenna ve Arslan’ı bir çırpıda konağın dışına fırlattı. Lucian yerde acı içinde kıvranırken dişlerini sıktı. "Ah, sikeyim, bütün Kırmızı Kar Taneleri böyle deli midir?"
Arslan, hala gülümseyerek, "Aslında Minik çok tatlı bir kadındır." dedi.
Lucian şaşkınlıkla sordu, "Minik mi? O kadının adı bu mu? Onun insan kılığına girmiş bir iblis olmadığından emin misiniz?"
Herkes kısa bir sessizliğin ardından kahkahalarla gülmeye başladı. Lucian ellerine baktığında gerçekten de iyileştiğini fark etti ve Arslan'a dönerek hafif alaycı bir tonda konuştu. "Demek kılıcım olacaksın ha?"
Arslan utanmadan, "Evet!" diye karşılık verdi.
Lucian, hafif bir gülümsemeyle sordu. "Dostum, nasıl utanmadan böyle şeyler söyleyebiliyorsun?"
Arslan her zamanki gibi coşkuyla gülerek cevap verdi. "HAHAHAHAHAHA!"
Lucian içini çekti. "Şu lanet gülüş... İhtiyar tanrıyla tanışsalar eminim çok iyi anlaşırlardı."