Tanrıların Laneti Bölüm 10 - Karanlığın Kıyısında
"Korku, kaçacak hiçbir yerin kalmadığında en gerçek haliyle ortaya çıkar."
Rikanymore
Diana malzemelerle geri döndüğünde, içimdeki huzursuzluk ve belirsizlik gitgide daha da ağırlaşıyordu. Etrafıma son kez baktım; kampın ortasındaki hareketlilik bile zihnimi dağıtmaya yetmiyordu. Kadınlar ve çocuklar, savaşçı erkeklerle birlikte bir düzenin parçası gibiydiler. Ama ben… bu düzenin dışında gibiydim. Yabancıydım. Onlar için ne ifade ettiğimi ya da neden buraya getirildiğimi anlamıyordum. Belki de bu sadece bir görevdi onlar için.
Diana yere çömeldi ve yanına çağırdı. “Otur,” dedi, sesi sakin ama bir o kadar da kararlıydı. Ona direnmek, bu noktada bir anlam ifade etmiyordu.
Oturduğumda ellerimdeki acı, damarlarımdan geçip kalbime ulaşacak kadar derinleşmişti. Fakat Diana, sanki bu acıyı hissediyormuş gibi dikkatle hareket ediyordu. Elleri, benimkilerin üzerine nazikçe yerleşti. İlk dokunduğu anda, parmaklarının soğukluğu ellerimdeki sıcak yanmayı hafifletir gibi oldu. Onun elleriyle temas ettiğimde, kalbimde garip bir sükûnet hissettim. Ne kadar kırılgan görünse de, elindeki bu hassasiyetten çok daha güçlü bir irade barındırıyordu.
“Bu acıya nasıl katlanıyorsun?” diye sordu Diana, gözlerini ellerimden bir an olsun ayırmadan. Sesi yumuşaktı, ama bir yandan da karanlıkta bir ışık arıyormuş gibi bir merak taşıyordu.
Bir an ne diyeceğimi bilemedim. İçimdeki gerçekleri açığa çıkarmak istemesem de, ona yalan söylemek de içimde bir ağırlık yaratıyordu. Bu kadar karmaşık bir durumdayken güvenmek zordu, ama onun gözlerine baktığımda bir dürüstlük gördüm. Belki de gerçekten sadece yardım etmek istiyordu. Ama yine de...
“Herkesin bir sınırı vardır,” dedim. “Benimki henüz o kadar zorlanmadı.”
Diana bir an durdu, gözlerinde bir anlam belirdi. Sözlerim ona yeterli gelmemişti. Ellerime kremi sürerken bakışlarını yüzüme çevirdi. “Daha fazlasını anlatmıyorsun, değil mi?”
Yüzümü çevirdim, içimdeki kaosu saklamak için yeterli olmadığını fark ederek. Ama daha fazla sorgulamadı, ellerimi sararken sessizce işine devam etti. Her hareketinde o kadar nazik ve kararlıydı ki, onunla güven konusundaki içsel savaşımdan sıyrıldım.
Diana, ellerimi sarmayı bitirdiğinde ayağa kalktı ve kısa bir an bana baktı. “Hazır mısın? Yolculuğa başlıyoruz,” dedi, sesi kararlı ve sakin. İçimde hâlâ bir belirsizlik vardı, ama başka çarem yoktu. Sadece başımı salladım.
O, kampın kenarındaki atlara doğru ilerlerken, ben de sessizce peşine takıldım. Etrafımdaki insanların bakışları üzerimdeydi; sanki bu küçük kampın her bireyi, hakkımda bir şeyler biliyor gibiydi. Ya da belki sadece yabancı birini gördükleri için meraklıydılar. Atların yanına vardığımızda Diana bana döndü ve eliyle atları işaret etti. “Birini seç,” dedi, yüzünde hafif bir gülümseme belirmişti.
Atlara bakarken gözüm bir tanesine takıldı. Beyaz renkli, güçlü bir duruşu olan, sarı yeleleri hafifçe rüzgârda sallanan bir at. Onun gövdesindeki gücü ve asaletini hissettim. “Bunu alacağım,” dedim, başımla beyaz atı işaret ederek.
Diana, bir an atı süzdü, sonra bana döndü. Gözlerinde hafif bir endişe vardı. “Ata binebilecek misin?” diye sordu, sesinde gerçek bir merak vardı.
Mecbur olduğumu biliyordum. Ne kadar acı çeksem de bu yolculuk başlamalıydı. “Başka çarem yok,” diye yanıtladım. Sözlerimde acımasız bir gerçeklik vardı. Acımın beni durdurmasına izin veremezdim. Diana, dudaklarını hafifçe büzdü, ama ısrar etmedi.
Atın yanına yürüdüm, yelesini tutarken derin bir nefes aldım. Bacağımı atın üzerine atarken, tüm vücudumda bir acı dalgası yayıldı. Elleri sarılı olsa da, dizginleri tutarken ağrı dayanılmazdı. Her hareketimde, ellerimdeki sızıyı hissettim, ama pes etmedim. Zor da olsa, atın üzerine binmeyi başardım.
Diana, bir an durup bana baktı. Onun gözlerinde, acımı fark ettiğini görüyordum, ama ses etmiyordu. Beni zorlamayacak ya da acımı hafifletmeye çalışmayacaktı. Onun sessiz anlayışı beni rahatlatsa da, bu yolculuğun ne kadar zor olacağını da gözler önüne seriyordu.
“Hazırsan, yola çıkalım,” dedi Diana, kendi atına binerek. Bir an için etrafıma bakındım; bu küçük kampın bir parçası olmasam da burayı terk etmek bir şeylerin sona erdiğini hissettiriyordu.
Atımı hafifçe mahmuzladım ve Diana’nın peşinden ilerlemeye başladım. Önümüzde uzanan yol, belirsizliklerle dolu olsa da, bir adım atmıştım.
Yola çıkalı dakikalar olmuştu, kamp kör noktada olduğu için görme alanımızdan çıkmıştı. Diana’nın arkasından at sürmeye devam ederken aklımda dolanan soruları susturamıyordum. Sonunda sessizliği bozarak ona döndüm. “Neden benim için kamptan ayrıldın?” diye sordum. “Sevmiyor muydun orayı?” Diana, gözlerini ufka dikti, sanki bu soruya vereceği cevabı uzun zamandır düşünüyormuş gibi bir hali vardı. Dudaklarını hafifçe büzerek, “Kamptaki insanlar peşimizden gelecekler,” dedi sakin bir ses tonuyla. “Biz sadece önden yola koyulduk. Belli bir noktada buluşacağız.”
Sözlerindeki netlik beni biraz rahatlatsa da içimde hâlâ bir şüphe vardı. Gözlerimi ondan ayıramadım. Diana, bakışlarımı fark etti ve atını yavaşlatarak bana döndü. “Hâlâ huzursuz musun? Bana güvenmiyor musun?” diye sordu, sesi alaycı değil, meraklıydı. Bir an durakladım. İçimdeki fırtınayı susturmak kolay değildi. Ama onun samimiyeti, daha önce hissetmediğim bir rahatlık getiriyordu. Başımı hafifçe eğip, “Hayır,” dedim. “Sana güveniyorum.” Diana hafifçe gülümsedi, sanki içindeki bir gerilimi serbest bırakmış gibi. Sonra tekrar önüne dönüp atını hızlandırdı. Bir süre sessizce at sürdük. Kelimeler gereksizdi; sanki aramızdaki bu sessizlik her şeyin açıklamasıydı. Onun varlığı, yanımda olmasının yeterliliği, kelimelerden daha anlamlıydı. O an, çevreme bakmaya başladım. Geniş düzlükler, ufka doğru uzanan yeşillikler ve arada bir göz kırpan ormanlık alanlar… Doğa, kendi düzeni içinde sessiz bir şekilde hareket ediyordu. Rüzgar, ağaçların dallarını hafifçe sallarken, gökyüzündeki bulutlar sessizce ilerliyordu. İçimdeki karmaşa bu sakin manzarada bir an için yerini derin bir huzura bıraktı. Huzurlu bir ortamda fırsat bulmuşken Düşüncelere daldım. Geçmişin hayaletleri, geleceğin belirsizliği ve Diana’nın yanımda oluşunun getirdiği çelişkili hisler… Hepsi birbirine karışıyordu. Güvendiğimi söylemiştim, ama güvenmenin ne anlama geldiğini gerçekten biliyor muydum? Yola çıkmıştık; ama bu yolculuk sadece dışarıda değil, aynı zamanda içimde de bir yolculuktu. Belki de bu yolda kimseye güvenmemek en doğrusudur,” diye düşündüm bir an. Ama sonra Diana’ya baktım. Onun kararlı duruşu, benden önce sürmesi, beni bir şekilde ileri çekiyordu. Ona güvenmeye mecburdum. Çünkü başka çarem yoktu.
4 Saat sonra...
Saatlerce süren sessizlikten sonra, güneş ufukta yavaşça kaybolmaya başladı ve gökyüzü karanlık bir örtüyle kaplanıyordu. Havanın serinliği tenimde hissettiğimde Diana bana dönüp dikkatlice baktı. Atların yorulduğu belliydi, nefesleri hızlanmış, adımları daha ağırlaşmıştı. Diana, hafif bir gülümsemeyle, “Atlar yoruldu,” dedi, sesi sanki bu uzun yolculuğun sessizliğini bozmak istemiyormuş gibi alçak ve yumuşaktı. “Biraz dinlenmeleri gerek. Ayrıca, akşam için yiyecek bulmalıyız.” Başımı hafifçe salladım, kelimeler gereksizdi. Açlığın ne zaman içime çöktüğünü fark edememiştim bile, ama şimdi hissetmeye başlıyordum. Diana, atını durdurup aşağıya indi ve gözleriyle etrafı taradı. "Ben yiyecek bulacağım," dedi kararlı bir sesle. "Sen ise akşamı geçireceğimiz bir yer bul ve ateş yak. Yoksa geceyi burada donarak geçirebiliriz.” O an içimde hafif bir rahatsızlık hissettim. “Ateş yakmak ve kamp yeri bulmak…” Bu görev, önemsiz ve basit geliyordu. Gözlerimi kıstım, dudaklarımın kenarına hafif bir kızgınlık yerleşti. Bu tür bir işi yapmak istemiyordum. Kendimi daha güçlü ve önemli bir görevde görmek istiyordum. Ama Diana’nın gözlerine bakınca, içimdeki bu öfke birden dağıldı. Onun ciddiyeti ve soğukkanlılığı karşısında geri çekilmekten başka çarem yoktu. Yüzümdeki hoşnutsuzluğu fark etmiş olmalıydı, ama bunu umursamadı. Sadece başıyla bana işaret etti ve ardından hızla ormanın derinliklerine doğru kayboldu. O an içimde bir şeyler değişti. Diana'nın sorumluluğu almakta ne kadar kararlı olduğunu anlamıştım. Belki de bu yüzden bana bu basit işi vermişti. “Bana meydan mı okuyor?” diye düşündüm. Ama içimde bir yerlerde onun bu görevle benim gücümü ya da sabrımı test etmek istemediğini biliyordum. O sadece yapması gerekeni yapıyordu.
Atımın dizginlerini tutarak etrafı taramaya başladım. Gece hızla yaklaşıyordu, karanlık iyice çökmeye başlamıştı. Ağaçların arasındaki küçük bir boşluk gözüme çarptı. Biraz korunaklı görünüyordu. En azından bu gece için idare edebilirdi.
“Tamam,” dedim kendi kendime, derin bir nefes alarak. Atı bir ağaca bağladıktan sonra, yerdeki kuru dalları toplamaya başladım. Ateşi yakmam gerekiyordu. Diana gelmeden her şeyi hazır etmek istiyordum, sanki bana verdiği basit görevi dahi hakkıyla yapabileceğimi kanıtlamak istercesine.
Diana’nın gözünden...
Ormanın içine doğru ilerlerken, hava ağırlaşıyor, karanlık yavaş yavaş her yanı sarıyordu. Ağaçların gövdeleri gölgelerle örtülmüş, kuşlar çoktan susmuştu. Etraf, sessizce yaklaşan gecenin huzuruyla doluydu, ama içimde büyüyen bir gerginlik vardı. Attan inip dizginlerini kalın bir dala bağladım. Gecenin bu saatinde atımı kaybetme riskine giremezdim. Orman, her zaman sürprizlerle dolu olmuştur. Sırtımdaki okları ve yayı çıkarıp sessizce hazırladım. Her bir hareketimi dikkatle planlıyor, ormanın derinliklerine doğru bir adım daha atıyordum. Nefes alıp verişlerimi kontrol altında tutmaya çalışıyordum, tıpkı bana öğretilen gibi: sessiz, dikkatli, soğukkanlı. Adımlarımı dikkatle seçiyor, ayaklarımın altındaki yaprakların ve dalların çıtırtı yapmamasına özen gösteriyordum. Biraz daha ilerleyince, gözlerim bir hareket yakaladı.
Ormanın karanlık köşelerinde, iri bir yaban domuzu toprağı eşeliyordu. Gözlerimi onun üzerine kilitledim. Kalbim bir an hızlandı, ama bu, yıllardır alışkın olduğum bir duyguydu. Derin bir nefes alarak içimdeki heyecanı bastırdım. Bu iş, dikkat ve sabır gerektiriyordu.
Elim yayıma gitti, bir ok çıkardım ve yayı yavaşça gerdim. Domuz hala toprağı karıştırıyor, etrafındaki dünyadan bihaberdi. Gözlerimi ondan ayırmadım. Aklımda tek bir şey vardı: isabet. Yavaşça dizlerimi bükerek yere biraz daha yaklaştım, daha sessiz, daha dikkatli. Avcı olmanın en zor kısmı, sabırlı kalmaktı. Bir anlık hatanın, bu fırsatı elimden alabileceğini biliyordum.
"Tam zamanı," diye düşündüm, yay gerginken avın hareketlerini izlemeye devam ettim. Doğru anı beklemek her zaman zordur. Onu hemen vurabilirdim, ama sabırla en zayıf anını beklemeliydim. Domuzun başı tekrar eğildiğinde, nefesimi tutarak okumu fırlattım. Ok, yayımdan fırladı ve havada süzüldü, anlık bir sessizlikle hedefe doğru ilerledi. Domuzun kafası aniden yukarı fırladı, gözleri irileşti ve o anda korkuyla dolmuştu. Okun hızla yaklaşmasını görünce irkilip geriye doğru sıçradı, ama okun sert ve isabetli bir şekilde hedefini buldu. Domuz, vurulduğu anda bir çığlık atarak yere yığıldı. Bütün orman bir anda sessizliğe büründü. Kalbim hızla çarparken, avımın üzerinde gözlerimi sabitledim. Başardım! Yavaşça, ama dikkatle domuzun yanına yaklaştım. Her adımımda zaferin verdiği tatminle doluyordum, ama aynı zamanda işimi tamamlamak için duygularımı kontrol altında tutmaya çalışıyordum.
Kendimi toparlayarak, avımı kesmeye karar verdim. Okumla birlikte domuzun yanına vardığımda, onun hala zayıf nefes alıp verdiğini gördüm. Hayatının son demlerini yaşıyordu. İhtiyacım olan yiyeceği sağlamak için bunun gerekli olduğunu biliyordum; bu hayatın döngüsüydü. Ancak her avda, doğanın kurallarına olan saygımı kaybetmemek için kendimi hatırlatmam gerekiyordu.
Dikkatli ve hızlı bir hareketle, kılıcımı çektim ve avımı sonlandırdım. İşimi tamamladığımda, bir an için duraksayıp, domuzun gözlerine baktım. Hayvanın yaşamının sona erdiğini görmek, bana hüzün verdi. Ama bu dünyada hayatta kalmak için bazen böyle kararlar almak zorundaydım.
Hızla avımı hazırladıktan sonra, yanımda taşıyabileceğim kadar et kesip, üzerine giydiğim bir örtüye sardım. Kendi içsel çatışmalarımla başa çıkmak zorundaydım. Yavaşça ormanın karanlığına doğru geri döndüm; bir anlık sevinç ve hüznün karışımı içindeydim. Vardığımda gözlerim, gördüğüm manzaradan korkudan dona kaldı. Yabani bir ayı, atımı parçalamış ve büyük pençeleriyle hayvanın etine saldırıyordu. O an, hayatımda en çok değer verdiğim alice’nin acı çektiğini görmek, içimde bir ağırlık oluşturdu. Kalbim, derin bir acıyla sarsılıyordu. Duyduğum sesler ve manzara karşısında ne yapacağımı bilemedim. Ayının iriliği ve vahşiliği karşısında hissettiğim çaresizlik, beni bir an yere düşürecek kadar zorladı. Dizlerim kaydı, yere düştüm ve acı bir fısıldama dudaklarımın arasından çıktı. “Hayır!” demek istedim ama sesim boğazımda düğümlenmişti. Ayı, düşüşümü fark etti ve aniden dikkatini bana yönlendirdi. Gözlerindeki açgözlülük, avını yakalamış olmanın verdiği bir hırsla parlıyordu. Kalbim, korkudan daha hızlı atmaya başladı; içimdeki cesaretin yok olduğunu hissettim.
Bir an için kaçış yolu aradım ama bulunduğum yerin daracık olduğu gerçeği, panik duygumu artırıyordu. Yavaşça geri çekilmek istedim ama ayının pençeleri benimle arasında ki mesafeyi hızla kapatmaya başlamıştı.
Kükreyen ayı sesleri, ormanın derinliklerinde yankılanırken, kendimi tamamen kaybetmiş hissettim. Gözlerim yaşla dolmuştu; zihnimde yalnızca bir düşünce vardı: Demon'un başına bir şey gelmemesine izin vermemeliyim. Korkumu bir kenara iterek, ardımdan gelen ayının gürültüsüne karşı koşmaya başladım. Adımlarım hızlı ve düzensizdi; kalbim, göğsümde bir kuş gibi çırpınıyordu.
Ayının ağır pençelerinin zeminle temas eden sesleri, kulaklarımda yankılanıyordu. Onun arkamda olduğunu bilmek, beni daha da hızlandırıyordu. Bir an için arkamı dönüp bakmayı düşündüm ama o anın korkunç gerçekliğinden kaçmak için cesaretimi toplamak zorundaydım. Koşarken, nefesim hızla kesiliyordu. Dallar ve çalılar, beni durdurmaya çalışıyormuş gibi, karşıma çıkıyorlardı.
Her bir çalı, beni yavaşlatmak için bir engel gibiydi ama bu, beni durduramazdı. Kaçmak zorundaydım! Ayı, peşime düşmüş, derin homurtularla beni takip ediyordu. Korkumun sağladığı enerji, beni zorluklara karşı bir kalkan gibi koruyordu.
Ama aniden, ayaklarım bir çalıya takıldı ve dengemi kaybederek yere düştüm. Yüzüm toprakla buluştu, başımda çakıllar acı bir şok gibi belirdi. O an, ayının ayak sesleri arkamda durdu ve gözlerim açık kalarak geriye döndü. Yalnızca birkaç metre uzaktaydı, dev gibi vücudu, tehditkar bir şekilde duruyordu.
Homurdanarak, bir sonraki saldırısına hazırlanıyordu. Gözlerimdeki korku, yavaş yavaş yerini çaresizliğe bırakıyordu. Ne yapmam gerektiğini bilemedim. Korkuyla kıpırdanmaya çalışırken, aklımda tek bir düşünce belirdi: Yaşamalıydım. Demon’a geri dönmek zorundaydım.
Kendimi toparlamaya çalışırken, ayının yaklaşan pençeleri önümde belirdi. O an, içimdeki direnişi hissettim; bu korkutucu canavara teslim olamazdım. Son bir hamleyle, kalkmak için kendimi zorladım. Ayının kükreyişi ve kalbimdeki çığlık, beni yeniden harekete geçirdi.
Koşmak zorundaydım, her ne olursa olsun! Ayaklarımda acı, ama içinde bir umut taşıyordum. Demon’un bana ulaşmasını sağlamak zorundaydım. Ayının hırsla geldiği her saniye, beni daha da motive ediyordu. Korkum, umudumun ateşini körüklüyordu; kaçışımı asla bırakmayacaktım.
Ayaklarım bir kez daha bana ihanet etti, toprakta sendeledim ve dizlerim yere çarptı. Kalbim göğsümde bir davul gibi atarken, ellerimle yeri yokladım ama kalkmak için yeterli gücü bulamadım. Panik, her tarafımı sarmıştı, ama bu sefer farklıydı. Kaçacak yerim kalmamıştı. Sonum burada, bu ormanda mı gelecekti?
Kafamı kaldırıp ayıya baktım. Devasa yaratık, adım adım yaklaşıyordu; gözlerinde vahşet ve kararlılık vardı. Sanki benimle alay edercesine ağır ağır hareket ediyordu, her adımı içimdeki korkuyu derinleştiriyordu. “Neden böyle?” diye düşündüm. “Neden bu şekilde ölmek zorundayım?” İçimde yükselen bir çaresizlik dalgası, çaresiz bir öfkeye dönüştü. Ama neye yarardı? Hiçbir şey yapamıyordum.
Ayı, bir kükremeyle hızlanıp son hamlesini yapmak üzereydi. Devasa pençeleri havaya kalktı, üzerime doğru inmeye hazırlanıyordu. Her şey yavaşlamış gibiydi; nefes alışım bile ses çıkarıyordu sanki. İçimdeki korku beni felç etmişti. "Bu mu? Sonum böyle mi olacak?"
Korku, iliklerime kadar işlemişken gözlerim doldu. Vücudum istemsizce titredi. Elimle yüzümü kapatmak istedim ama hiçbir şey yapamadım. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başlarken başımı çevirdim, ayıya son bir kez daha bakmak istemedim. Kaçamayacağımı ve direncimin bittiğini kabul ettim. Gözlerimi sımsıkı kapattım ve karanlığa teslim oldum.
Devam edecek...
Yazar: Rikanymore
Editör: Akatsuki Benjamin
Görsel: Akatsuki Benjamin