Tanrıların Laneti Bölüm 9 - Güvenin Kıyısında
"Karanlıkla yüzleşmek, ışığı bulmanın ilk adımıdır; ama o ışığın kaynağını bulmak, yüreğin en derin korkularıyla dans etmektir."
Rikanymore
Bilinçsizliğin derinliklerinden uyanış…
Zihnimde yankılanan karanlık, yavaş yavaş yerini sönük bir ışığa bırakıyordu. Göz kapaklarım, ağır bir taş gibi geldi, açmaya çalışırken bile acı hissettim. Nerede olduğumu anlamam zaman aldı. Başım zonkluyor, vücudumun her yerinde sanki ateşler yanıyordu. Nefes almak bile bir mücadeleydi. Karanlıktan uyanmak böyle mi olmalıydı? Korku ve çaresizlik dolu bir uyku… Kaç gün geçti? Kaç saat?
Gözlerim tamamen açıldığında çevremdeki her şey bulanıktı. Ağır bir hava kaplıyordu etrafımı, loş bir ışık bir kamp ateşinin titreşen alevlerinden geliyordu. Yerde yatan tahta parçaları, dağınık eşyalar… Ama hepsi silikti, asıl dikkatimi çeken başka bir şey vardı. Vücudumdaki ağrı her şeyden yoğundu ama kollarım… Onlarda bir şey vardı.
Yavaşça doğrulmaya çalıştım, ama kollarımdaki ağırlık ve yanma hissi beni geri çekti. Birkaç saniyeliğine bile olsa acıyı unutmaya çalışarak ellerime baktım. Ellerim… tamamen siyahlaşmıştı. Kül gibi, ateşte kavrulmuş gibi.
Nefesim kesildi, bir anlık korku bedenimi sardı. “Bu… bu mümkün değil,” diye fısıldadım kendi kendime. “Ellerim... ne oldu ellerime?” İçimde bir şey koptu. O eski ben değildim artık. Korku ve şaşkınlık birbirine karıştı.
Ellerime daha dikkatle baktığımda parmaklarımın ucunda hala bir sıcaklık olduğunu fark ettim. Sanki o karanlık alevler hala içimde bir yerlerde yanmaya devam ediyordu. Panik tüm bedenime yayıldı ve bir an nefesim kesildi. Çığlık atmak, kaçmak istiyordum ama bir yere kımıldayamadım. Ellerimden gözlerimi ayıramıyordum.
Korkuyla geri çekildim, toprağın soğukluğu sırtıma çarptığında çığlık bastım. “Hayır! Bu… bu gerçek değil! Bu benim değil!”
Tam o anda, kampın kenarından iki figür hızla bana doğru geldi. İkisi de avcı kıyafetleri giyiyordu, üstlerinde postlar ve kemerlerinde silahlar vardı. Bir tanesi, kalkanını yere bırakıp ellerini havaya kaldırdı. “Sakin ol, dostum!” dedi, sesinde bir rahatlatma çabası vardı. “Sana zarar vermek istemiyoruz.”
Diğeri ise sessizdi, ama gözleri hep üzerimdeydi. Hafifçe geri çekilip birbirlerine bakıştılar, sanki bir işaretleşme yapıyor gibilerdi. Nefesim kesiliyordu, içimdeki korku ve panik birbirine karışıyordu.
"Bu... bu nasıl oldu? Ne yaptınız bana?" Ellerimden gelen acı dalgası, vücudumun geri kalanına yayılıyordu. Zihnim karmakarışıktı. O anları hatırlamaya çalıştım ama zihnim karışıktı. Sadece alevler, canavarlar ve kontrol edemediğim o garip güç gözümün önündeydi.
Adam tekrar bana yaklaştı, bu sefer daha dikkatli ve temkinliydi. “Sana yardım ettik,” dedi sakince. “Seni ormanda bulduk, bilincin yerinde değildi. Ellerinden alevler çıkıyordu. Seni o halde bıraksaydık, büyük ihtimalle kendini öldürürdün.”
Ellerime bir kez daha baktım. Yanmış gibiydi, ama yine de... neden alevler hala çıkmıyordu? Ne olduğunu anlamaya çalıştım, ama zihnimde beliren tek şey korkuydu. Beni bulan bu adamlar kimdi? Bana neden yardım ediyorlardı? Bir avcı grubuna mı düşmüştüm?
Adamın yüzü daha ciddileşti. “Ellerin bu haldeyken nasıl hayatta kalmayı planlıyorsun?,” dedi. “Ellerin bu haldeyken avlanmayı geç, kendi başına hayatta bile kalamazsın.” Bir an durdu, diğerine bakarak onay alır gibi başını salladı.
İçimde bir şeyler kımıldadı. Bu gücü anlamıyordum, kontrol edemiyordum ve neden bende olduğunu bile bilmiyordum. Ama bu insanlara güvenmeli miydim? Yoksa... ben gerçekten bir tehlike miydim?
Diğer adam, buz gibi bir sesle konuştu. "Burada kalacak fazla vaktimiz yok. Zaman geçtikçe ellerin daha da kötü hale geliyor...”
Gözlerimi sıkıca kapattım, bir an için içimde yükselen öfkeyi ve korkuyu durdurmaya çalıştım. Ama ellerimde hala yanıkların izi vardı, her ne kadar içimden bir alev çıkmasa da, bu karanlık güç oradaydı.
Bir süre kimse konuşmadı. Sadece kamp ateşinin hafif çıtırtıları ve doğanın derin sessizliği vardı. Kafam karışıktı, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Bu insanlar bana yardım mı ediyordu, yoksa beni bir tehdit olarak mı görüyorlardı? Her şey bulanık gibiydi, ama içimde yükselen bir his vardı: Bu gücü öğrenmeliydim, yoksa gerçekten tehlikeli olacaktım.
Gözlerimin ağırlığını hissetmeye başladığımda, her şeyin yolunda olmadığını anlamıştım. Avcılar bana sakin ol diyorlardı, ama içimde onlara karşı bir güvensizlik vardı. Ellerimdeki acı sanki beynime işliyordu. Bu adamlar gerçekten bana yardım mı ediyordu yoksa başka bir amaçları mı vardı?
“Su… ve biraz yemek,” diye mırıldandım, boğazım kuru ve sesim kısık. Avcılardan biri biraz şaşırarak gözlerini kıstı, ama sonunda başını sallayarak arkasını döndü.
Tam o anda fırsatı kaçırmamam gerektiğini biliyordum. Aklımda tek bir düşünce vardı: Buradan kaçmalıyım. Beni bu durumda tutmalarına izin veremezdim. Dizlerimi büküp bedenimi doğrultmaya çalıştım, ama ellerimdeki yanıklar tekrar bir acı dalgası gönderdi. Kollarım titremeye başladı, ama dişlerimi sıkarak biraz daha yükselebilmeyi başardım.
Derin bir nefes aldım ve sessizce ayaklandım. Tam arkamı döndüm ve harekete geçecektim ki... kollarımdaki acı bir bıçak gibi keskinleşti. Sanki kemiklerim alev almış gibiydi. Acıyla yere kapaklandım, nefesim kesildi ve boğazımdan bir çığlık yükseldi. “Ahhh!”
Avcılar sesimi duyar duymaz hızla döndüler. Biri hemen yanıma koştu, diğeriyse endişeyle ona baktı. “Sana söyledim, sakin ol!” diye sert bir sesle uyardı ilki, ellerini omzuma koyarak beni yeniden yere yatırdı. “Eğer bu şekilde devam edersen kendini daha da kötü yapacaksın.”
Nefes nefeseydim. Yüzümde ter birikmişti, kollarımdaki acı giderek dayanılmaz hale geliyordu. Bu lanet acı... Ne zaman geçecek? Ne zaman normale döneceğim? Ellerime baktım; hala simsiyahlardı. Ellerim... ne oldu onlara?
İkinci avcı, endişeli gözlerle arkadaşına döndü. “Bence büyücüyü çağıralım,” dedi, alçak bir sesle konuşarak. “Bu iş bizim sınırlarımızı aşıyor.”
“Büyücü mü?” dedim kendi kendime, kaşlarımı çatarak. Kollarımdaki acıya rağmen kulak kabarttım. Neden bir büyücüye ihtiyaç duyuyorlardı? Bana gerçekten yardım mı edeceklerdi yoksa başka bir planları mı vardı? Büyücü sözü geçince içimde bir merak ve aynı zamanda bir korku yükseldi. Büyücülerin neler yapabileceğini duymuştum ama kim olduklarını bilmiyordum. Belki de... bu kötü bir işaret miydi?
İlk avcı başını salladı. “Tamam, onu çağırmaya git. Ama hızlı ol, daha fazla acı çekmesini istemiyorum.”
Diğeri hızla kalktı ve kampın dışına doğru yöneldi. Karanlığın içinde kaybolurken zihnim daha da bulanıklaşmaya başlamıştı. Kafamda bir sürü soru vardı. Neler oluyordu? Büyücü kimdi ve neden beni görmeye çağırıyorlardı?
Yatağa geri yatırıldığımda, tüm vücudum yeniden ağırlıkla kaplandı. Gözlerimi kapatmak istemesem de, yorgunluk ve acı beni esir alıyordu. Bir şeyler döndüğünün farkındaydım, ama bu durumu nasıl tersine çevireceğimi bilmiyordum. Tek yapabildiğim beklemekti...
Büyücüyü neden çağırdıklarını anlamak için kalan avcıya döndüm. “Büyücüyü niye çağırıyorsunuz? Siz kimsiniz? Amacınız ne?” Sorularımın ardı ardına dökülmesi, içimdeki belirsizliği bir nebze olsun gidermeye çalışmaktı.
Avcı, yüzünde bir ifade belirmeden, birkaç saniye boyunca düşündü. Gözlerinde biraz kaygı vardı, ama yine de sakin görünmeye çalışıyordu. “Bize katılan birkaç grup var, seninle ilgili bilgileri onlara iletmemiz lazım,” dedi kısa bir cümleyle. Cevabı belirsizdi; içimdeki şüphe artıyordu. “Büyücü, bazı yaralarına iyi gelecek,” diye ekledi, ama adını neden söylemediği üzerine düşündüm.
Aramızdaki sessizlik biraz uzadı. Sanki her ikimiz de başka şeyler düşünüyorduk. Sonunda, avcı sadece omuz silkti, bir şey daha söylemekten çekinir gibi görünüyordu. Kafamda dolaşan soru işaretleriyle onu izlerken, o an içinde bulunduğum durumun aciliyetini daha iyi anladım.
Tam o sırada, odaya birisi girdi. Gözlerim onun üzerinde yoğunlaştı. Uzun Mavi saçları, mavi gözleri ve mini eteğiyle dikkatimi çekmişti. Hem zarif hem de güçlü bir duruş sergiliyordu. Kalbim bir an hızla çarpmaya başladı. O an, göz göze geldiğimizde, zaman sanki durdu. Etrafımdaki her şey yok oldu, sadece onunla gözlerimiz buluşmuştu.
Yüzünde beliren ifade, içimdeki karamsar düşünceleri bir nebze olsun dağıttı. Ama yine de, kafamda hâlâ birçok soru vardı: Bu kız kimdi? Neden burada duruyordu? Beni kurtarmak için mi gelmişti? Yoksa başka bir amaca mı hizmet ediyordu?
O an, içimdeki korku ve merak karışımı duygular, beni daha da derin düşüncelere sürükledi. Bir yandan bu güzel kızın bana olan bakışındaki anlamı çözmeye çalışıyor, diğer yandan bulunduğum bu yabancı yerde ne yapmam gerektiğini sorguluyordum.
Kendimi ona tanıtmak için bir adım atmaya çalıştım ama dilim dolanıyordu. Göz göze kaldığımız o an, içimde bir kıvılcım oluşturmuştu; ama ne olduğunu anlayamıyordum. Kendimi nasıl ifade edeceğimi bilemiyordum. Gözlerim, onun gözlerinden ayıramadan, o anki belirsizliğin içinde kaybolmaya başladım. Odanın karanlığında, onun gözlerindeki parlaklık, sanki gökyüzündeki en parıltılı yıldızlardan biriydi. Kalbim hızla çarpmaya başladı; bu kız, yüreğimde bir sıcaklık uyandırıyordu. Kızın yüzündeki ifadeyi anlamaya çalışırken, içimdeki çekim gücünü hissediyordum. Zaman sanki durmuştu ve sadece biz kalmıştık. Bu anın büyüsüne kapılarak, içimdeki derin acıları bir nebze olsun unuttum.
Gözleri, derin bir okyanusu andırıyordu. O okyanusa dalmak, orada kaybolmak istiyordum. Mavi gözlerindeki merak ve anlayış, beni sarıp sarmalamıştı. Kızın ifadesi, belki de kendi acılarımı hissettiğini düşündürüyordu; gözlerindeki ışıltı, bana kendimi bir nebze güvende hissettiriyordu.
Onun görünümünde bir şeyler çekici buluyordum. Zarif yüz hatları, ince dudakları ve hafifçe yükselen kaşları, içimdeki karanlığı aydınlatan bir parıltı gibi görünüyordu. Duygularım, düşüncelerimi geride bırakmış, aklıma yerleşmişti; bu kıza bir şeyler söylemek, ona ulaşmak istiyordum ama kelimeler, boğazımda düğümlenmişti.
Aramızdaki sessizlik, zihnimde yankılanıyordu. “Beni kurtarabilir mi?” diye düşündüm; içimdeki umut ve korkunun karıştığı bir duyguyla. Gözlerinde beliren derinlik, bana sanki bir şeylerin daha iyi olabileceğini vaadediyordu.
Kollarımdaki acıyı bir an unuttum; onun gözlerinde kaybolmak, güvende hissetmek istiyordum. Kıza yaklaşmak için içimde bir arzu yanmaya başladı. “Kim bu?” diye geçirdim aklımdan. “Beni neden buraya getirdiler? Ama belki de bu sefer, yanımda birisi var.”
Tam o anda, mavi saçlı büyücü, sakin bir ses tonuyla, "Lütfen, otur ve hareket etme," dedi. Sesindeki huzur, içimdeki karmaşayı bir nebze yatıştırdı. Onun bu nazik tavrı, beni derin bir düşünceye itmişti. Şu an burada olmamın nedenlerini düşünmekten çok, onun yanındaki huzuru hissetmek istiyordum. Yavaşça, belirtilen yere oturdum, ama onun gözleriyle olan bağlantımı koparmak istemiyordum.
Büyücü, yavaşça yanımda belirdi. Havadaki elektrik, onun hareketleriyle daha da yoğunlaştı. Önce ellerime baktı, sonra parmak uçlarıyla nazikçe dokundu. O an, ellerimdeki yanmanın acısı tekrar canlandı ama onun dokunuşu, o acıyı biraz olsun unutturdu. Gözleri, parlayan bir merakla dolmuştu; sanki içimdeki karanlığı aydınlatmaya çalışıyordu.
"Ellerin..." dedi, sesi bir fısıldayış gibi derin ve anlam doluydu. "Bunca acıya nasıl dayanabildin? Normal bir insan bu kadar acıya katlanamaz." Gözlerindeki yoğun dikkat, beni tuhaf bir şekilde sarhoş ediyordu. O an, kendi içsel savaşımın onun gözlerinde bir yansıması olduğunu hissettim.
Ellerimdeki yaralar, bana yaşadıklarımı hatırlatırken, onun ince parmaklarıyla temasım beni biraz daha huzura kavuşturdu. Büyücünün dokunuşu, bana hissettiklerimi sorgulatıyordu; "Bunu neden hissediyorum?" diye düşündüm. Zihnimdeki karmaşa, onun yanındaki sessizliğin derinliğiyle keskinleşti.
"Bu acı sanırım benim hikayemin bir parçası," dedim içimden. Ama bunu onunla paylaşmak, içimdeki derin boşluğu dolduracak gibi hissettirmiyordu. O an, yaşadığım her şeyin, belki de hayatta kalmak için bir anlam taşıdığını düşündüm. Büyücü, ellerimi incelerken, kendime dair hissettiğim derin yaraları onun gözlerinden gizlemek istedim. Ama gözlerimin derinliklerinde, belki de meraklı bir parıltı bulmuştu.
Onun yanındaki huzur, içimdeki fırtınayı yavaşça dindirmeye başlıyordu. "Ben kimim? Neden buradayım?" soruları kafamda yankılanırken, onun dikkatli bakışları, içimdeki karanlığın derinliklerine ulaşmak için bir yol arıyordu. O an, bana merakla bakan o gözlerin, beni anlamaya çalıştığını hissettim.
"Bilmiyorum, senin adın ne?" dedim, sesim titrek bir fısıldayış gibi çıkarken. Gözlerim, onun mavi gözlerinde kaybolmuştu; o kadar derin, o kadar büyüleyiciydi ki, sanki tüm sırlarımı açığa çıkaracak bir anahtar gibiydi.
"Bana Diana diyene seslenebilirsin," dedi. Onun sesindeki melodi, içimde bir sıcaklık uyandırdı. İsmindeki anlamı, belki de hayatımda yeni bir başlangıç olabileceğini düşündürüyordu.
"Benim adım... Demon," dedim, kelimeleri yavaşça dudaklarımdan düşürerek. Gözlerimiz yeniden birbirine kenetlendiğinde, o anki sessizlik, aramızda bir bağ oluşturuyordu. Ama içimdeki boşluk, bana bu anın geçici olduğunu hatırlatıyordu.
Diana, ellerime bakmaya devam ederken, "Ellerin... nasıl bu hale geldi?" diye sordu. Sorusu, bende bir an için irkilme yarattı. İçimdeki korku ve güvensizlik, ona karşı savunma mekanizmalarımı devreye sokuyordu. İçimdeki karanlığa dair ona bir şey anlatmak istemiyordum; ama bir şekilde doğruyu söyleme zorunluluğu hissettim.
"Kendimi savunmaya çalışırken... bir canavarla savaşmak durumunda kaldım." dedim. Yalanlarımın üzerinde pürüzsüz bir zar gibi durmasına rağmen, içinde bir acı hissetmiyordum. "Saldırganlar üzerime gelmişti," diye devam ettim. "Ama ben bu durumu aştım. Hala hayattayım."
Onun gözleri, gözlerimdeki belirsizlikleri yakalamış gibi parladı. Yalanlarımda bir doğruluk arıyor gibiydi. Ancak, o an içimdeki gerçekleri paylaşmanın riski ağır geldi. Onunla bu şekilde bağlantı kurmaya çalışmak, içimdeki boşluğu daha da derinleştiriyordu.
"Senin hikayen daha derin gibi görünüyor," dedi Diana, gözlerinde bir anlam arayışının parıltısıyla. "Ama önemli olan, şu an hayattasın ve benim sana yardımcı olmam gerekiyor."
Güvenmek istesem de içimdeki korku beni durdurdu. Onun yüzündeki samimiyet, içimdeki kaosla çatışıyordu. Beni ne kadar anlayabiliyordu? Onun yardımseverliği gerçekten sahici miydi, yoksa başka bir amaca mı hizmet ediyordu? Bu sorular, kafamda dönüp dururken, derin bir iç çekişle, "Bunu bilmiyorum," dedim. "Ama belki de sana güvenmek zorundayım."
Diana, gözlerindeki sıcaklıkla beni süzerken, "Bana güvenebilirsin, Demon," dedi yumuşak bir sesle. "Seni tedavi edeceğim."
Onun bu sözleri, içimde bir umut ışığı yaksa da hemen ardından gelen endişem, o ışığı söndürüyordu. "Ama bunun için ne yapmamız gerekecek?" diye sordum, sesimde belirsizlik vardı.
Diana, "Tedavi için gerekenleri bulmamız gerekiyor. Bunun için ülkenin batısındaki ormanlara ve birkaç yere gitmemiz gerekecek," dedi. "O zamana kadar dayanmalısın, aksi halde gün geçtikçe iyileşemez hale geleceksin ve bu kollarını kullanamaz hale geleceksin."
Bu sözler beni derinden sarstı. "Hayır," dedim, kendimden emin bir şekilde. "Sen sadece boş konuşuyorsun. Tedavi edemeyeceğinizi düşünüyorsun, değil mi? Yalan söylüyorsun."
Diana'nın yüzü, bu ithamla biraz soldu. "Hayır, hayır, bunu istemiyorum!" diye yanıtladı, sesi bir parça titrekleşti. "Senin için en iyisini istiyorum. Ama bu süreçte bana güvenmen gerekiyor."
O an, içimde bir fırtına koptu. "Senin çıkarın ne?" dedim, öfkem ve çaresizliğim bir araya gelerek kelimelerimi keskinleştiriyordu. "Kendini neden bu kadar zahmete sokuyorsun?" Diana, derin bir nefes alarak yanıtladı, "Benim görevim yaralıları ve hasta insanları tedavi etmek. Bu benim sorumluluğum." Sesi, bir su damlasının suyun yüzeyine düşmesi gibi sakin ama etkileyici bir şekilde yankılandı.
“Eğer istemiyorsan, o zaman beni tedavi etme,” dedim, ona arka çevirerek içimdeki çatışmanın sona ermesini umarak. Ama içimdeki huzursuzluk, tam anlamıyla kaybolmamıştı. Kendi içsel savaşımın ağırlığı, yine de onu haksız yere suçlamamın verdiği sıkıntıyı artırıyordu.
Diana, bu sefer sessiz kaldı ve arkasını dönerken adımları biraz hızlandı. Gözlerinde beliren belirsizlik beni rahatsız etti. "Diana!" diye haykırdım, sesi titrek ama kararlı bir şekilde yankılanıyordu. "Özür dilerim. Lütfen... Tedavi için ne gerekiyorsa yapmanı istiyorum."
Diana olduğu yerde durdu, ama bir şey söylemedi. Yüzündeki hüzün, içimdeki pişmanlıkla birleşti. Bir an, onun yüzüne baktığımda, bu kadar çok şey yaşarken bile hala umut taşıyan bir ruh gördüm.
“Ne istiyorsan yapacağım,” dedim, içimdeki pişmanlıkla ve ona olan güvenle. “Lütfen, tekrardan eski halime dönmek istiyorum.”
Diana yavaşça döndü ve gülümsedi, bu gülümseme içimde bir sıcaklık yarattı. “İlk olarak, elini saracağız ve birazdan yola çıkacağız,” dedi, sesi hafifçe titriyordu ama içinde bir kararlılık barındırıyordu.
"Nereye?" diye sordum, merakla ve biraz da endişeyle.
“Yolculuğa çıkıyoruz,” diye yanıtladı, sesinde bir kararlılık vardı. “Avcılardan gereken sargı bezi ve diğer malzemeleri getirmelerini istemem lazım.”
O an, beni bekleyen belirsizliğe karşı içimdeki korkuyla başa çıkmaya çalışıyordum. Kafamda bu yolculuğun ne anlama geleceği ve beni nereye götüreceği belirsizdi, ama onun yanında olmanın verdiği bir huzur vardı. Biraz önceki çatışmalarım, bu yeni gelişmeyle birlikte yavaş yavaş alev alıyordu.
Diana'nın yanında olmanın, karanlık geçmişimden uzaklaşma çabası gibi bir hisse dönüşmesi, ruhumda hafif bir titreşim yaratıyordu. Onun yardımseverliği, hayatımda ilk kez hissettiğim bir sıcaklık sağlıyordu. Hayatımın belirsizliğine karşı, bu büyücüyle olan bu yolculukta ne tür maceralar bekliyor olabileceğini merak etmeye başladım.
Diana, hızla dışarı çıktı ve ben de arkasından gelmek için doğruldum. Kollarımdaki acılar hâlâ acı vericiydi ama onun varlığı, bu zorlukları aşmamda bir motivasyon kaynağı oluyordu. Büyücünün bana yardım etmesi, benim için yeni bir umut ışığıydı. Onun cesareti ve kararlılığı, içimdeki kaosun üstesinden gelmem için bir yol sunuyordu. Artık yalnız olmadığımı hissediyordum ve bu his, geleceğe dair umudumu yeniden canlandırıyordu.
Devam edecek..
Yazar: Rikanymore
Editör: Akatsuki Benjamin
Görsel: Akatsuki Benjamin