Aetheris; Kaosun Tahtı Bölüm 16 - Küllerin İçindeki Adalet
Sabahın ilk ışıkları, geniş ve verimli ovaları altın bir örtüyle kaplarken, Helios yakınlarındaki yemyeşil topraklar huzurlu görünüyordu. Ilık, yumuşak iklime sahip bu bölge, imparatorluğun refahının bir yansıması gibiydi. Kısmen sisle kaplanmış vadiler, uzaktaki meyve bağları ve zeytin ağaçlarıyla bezeli tepeler arasında kayboluyordu. Ancak bu huzur, Aries için yalnızca bir yanılsamaydı.
Bir süre önce terk ettiği handan itibaren yolculuğuna tek başına devam ediyordu. Kara elfler ve diğer yoldaşları, kendi görevlerini yerine getirmek için farklı yönlere dağılmıştı. Aries'in adımları, kuzeye yönelirken her şey sessiz ve karanlıktı. Ancak zihni, bu sessizlikle dolup taşan bir kargaşaya ev sahipliği yapıyordu.
"Şeytan..." diye fısıldadı kendi kendine. Bu kelime, son günlerde sürekli duyduğu bir hakarete dönüşmüştü. İmparatorluk halkı, Valenor'un yakılmasından ve sayısız köyün yok edilmesinden sonra onu böyle çağırıyordu. Onların gözünde Aries, yalnızca bir canavardı. Ama ya Renoire halkı? Onlar öldürüldüklerinde bu insanlar Renoire halkı için neler hissetmişti? İmparatorluğun katliamları sırasında annesi, babası, kardeşleri ne hissetmişti? Günün sonunda herkesin kendine göre şeytanı vardı.
Eğer intikamı uğruna şeytan olacaksa, bunu kabul edebilirdi. Ama neden tereddüt etmeye başlamıştı?
Dar bir taş patikada ilerlerken çevresindeki sessizliğe kulak verdi. Yol boyunca, geçmişin yankıları zihnini meşgul ediyordu. Elleri istemsizce titredi ve başını eğerek iç çekti. "Onlar için adalet istiyorum..." dedi. Ancak sözleri bile kendisine yabancı geliyordu. Gerçekten adalet miydi istediği, yoksa yalnızca intikam mıydı?
Rüyalarında gördüğü o figür yeniden aklına düştü. Uzun, zarif bir kadın... Ay ışığı gibi huzur veren bir duruşu vardı. Gümüş saçlı elfin fısıltıları zihninde yankılandı, "Yolunu kaybettin, Agares'in Çocuğu" diyordu ancak kelimeler yine belirsizdi. Sadece bir his bırakıyordu: huzur ve şüphe. Aries, bu hisse direnmek istese de zihninde beliren bu huzur dolu figür, onun içindeki karanlığa meydan okuyordu.
"Ben onların intikamını alabilecek tek kişiyim" dedi kendi kendine, yumruklarını sıkarak. Ama bu kelimeler, bir savaş narası gibi yankılanmak yerine, içindeki boşluğa çarparak kayboldu.
Patika bir yamaca ulaştığında, Aries ileride küçük bir mülteci kampı gördü. Eski ve yıpranmış çadırlar, tahta parçalarından yapılmış barakalar ve etrafa yayılan zayıf dumanlar dikkatini çekti. Kamp, savaştan kaçanların çaresizliğini yansıtan bir görüntüydü. Çocukların çamurla kaplı yüzleri, kadınların yıpranmış elleri ve erkeklerin gözlerindeki umutsuzluk, Aries'in durup onları incelemesine sebep oldu.
Ağaçların gölgesine çekilerek, kampın havasını soludu. Sessizdi, ama bu sessizlik umut dolu değildi. İnsanlar, geçmişte yaşadıkları hayatların enkazında hayatta kalmaya çalışıyordu. Bir ateşin etrafına toplanmış küçük bir grup, düşük sesle tartışıyordu. Konuşmaların tonu, öfke, korku ve umutsuzluk arasında gidip geliyordu.
"Miria'da zafer kazanıldığı söyletileri var'' dedi yaşlı bir adam, çatallı sesiyle. "Ama kim kazandı? Biz mi? Yoksa imparatorluk mu?"
Genç bir kadın, çocuğunu kucağında sallarken, yüzünde acı dolu bir ifade belirdi. "Oliar'dan kaçabildik, ama burada ne bulduk? Hiçbir şey. İmparatorluk, bizi korumak yerine terk etti."
Bir başka adam, ateşin başında oturmuş, dal parçasıyla toprağı karıştırıyordu. "Aries denen şeytan... Onun adı her yerde fısıldanıyor. Herkes onun hakkında konuşuyor olsada evimizi yakıp yıkan, ailelerimizi katleden bu şeytanı durdurmadılar. Batı bölgesini terk ettiler, şimdi de savaş kendi merkez bölgelerine gelince savaşmaya karar verdiler. İmparatorluğa lanet olsun!"
Bu sözlere yaşlı bir kadın karşı çıktı. "Şeytan mı?" dedi, hışımla. "İmparatorluğun bizi terk ettiğini, unuttuğunu yıllardır biliyorduk ancak sessiz kaldık. Aries bir şeytan olsa da imparatorluğa bizim yapamadığımız bir cevap verdi. Ama bu cevabın bedelini hepimiz ödüyoruz. İmparatorluğa da Aries'e de lanet olsun! Tek istediğim çocuklarım için huzurdu" kadın sözlerinin ardından kendini tutamayarak ağlamaya başladı.
Aries, insanların konuşmalarını dinlerken yüzünde en ufak bir ifade belirmedi. Ancak içindeki karışık duygular, her bir sözü daha da ağırlaştırıyordu. Mültecilerin çaresizliği ve öfkesi, onun kendi trajedisinin yankılarıydı. Ancak onların aksine, Aries'in elinde güç vardı. Onu krallığının intikamıyla yüzleşmeye iten bir güç.
Kampın ortasında, yaşlı bir adam gözlerini gökyüzüne dikmiş, kendi kendine mırıldanıyordu. "Helian'ın ışığı niye bizi kutsamadı?" diye sordu kimseye bakmadan. "Yoksa o da mı bizi unuttu?"
Kadınlardan biri, avuçlarında sıkıca tuttuğu bir çaput parçasını ovuştururken başını kaldırdı. "Ne Tanrılara ne de imparatorluğa güvenemeyiz. Hepsi bizi terk etti." dedi tereddütle.
Bir başka adam, öfkeyle yerinden kalktı. "Tanrılara güvenmemeli miyiz? Bunu nasıl söylersin, bu söylediğin küfürdür! Helian bizi asla terk etmez! Kurtuluşumuz ışığın lütfuyla olacak!"
Bu sözler, kampın sessizliğinde yankılanırken, Aries sessizce ayağa kalktı. Düşünceleri, gördüğü insanlara ve rüyasındaki gizemli elfin sessiz fısıltılarıyla daha da karmaşık bir hal almıştı. Bir intikam yolcusu olarak başladığı bu hikâyede, şimdi adaletin ne olduğunu sorguluyordu. Aries daha fazla düşünmeyerek yoluna devam etti.
Kampın sessizliğini geride bırakırken, patikadan ilerleyen nal seslerini fark etti. Helios'un güvenli topraklarında, altı kişilik bir devriye grubu taş döşeli patikadan ilerliyordu. Grup, rutin kimlik kontrolleri ve çevre güvenliği sağlamakla görevlendirilmişti. Patikanın her iki yanındaki yemyeşil çayırlar, sabah güneşinin ışığında huzurlu bir görüntü sunuyordu. Ancak askerler, bu sakinliğin ardında bir tehlike olabileceği ihtimalini göz ardı etmiyordu.
Grubun lideri, otuzlu yaşlarının başında, yüzü sert hatlara sahip, deneyimli bir subaydı. Üzerindeki zırh, güneş ışığında parlıyor, atının üzerinde kendinden emin bir duruş sergiliyordu. Yanındaki genç askerlerden biri, çevresine dikkatlice bakarken konuşmaya başladı.
"Son zamanlarda bu bölgeye dair pek çok söylenti duyuluyor" dedi, sesine hafif bir endişe yansıtarak. "O şeytan... Aries... Onun burada olabileceğini söylüyorlar."
Bir başka asker, gülerek omuz silkti. "Söylentiler, korkak köylülerin işi. Her beyaz saçlı insana şeytan diye bağırıyorlar. Her gördüğümüz beyaz saçlıyı Aries sanarak tutuklarsak zindanlarda yer kalmaz."
Grubun lideri kaşlarını çattı ve genç askere ters bir bakış attı. "Dikkatli olun. Söylentiler olsa bile, bu bölgede şüpheli bir hareketlilik rapor edildi. Unutmayın, Aries, imparatorluğu yerle bir eden bir canavar. Onun hakkında konuşurken bile dikkatli olun."
Bu konuşmalar sırasında devriyedeki herkesin dikkatini çekmeyen bir figür, patikanın ilerisinde belirdi. Uzaktan sadece bir gölge gibi görünen bu figür, ağır adımlarla yaklaşıyordu. Askerlerden biri, bu yabancıyı fark ederek hafifçe kılıcının kabzasına uzandı.
"Komutan Arlot, ilerde biri var" dedi, sesinden tetikte olduğu anlaşılıyordu.
Aries, kendisine doğru gelen devriye grubunu fark ettiğinde adımlarını hiç hızlandırmadı. Yoluna devam etmek istiyor, bu karşılaşmayı olabildiğince kısa tutmayı amaçlıyordu. Grup lideri, atını biraz ileri sürdü ve yabancıyı dikkatle inceledi. Kaftanının başlığı yüzünü gölgeliyordu, ancak bu hali bile grupta bir gerginlik yaratmaya yetmişti.
"Dur!" diye bağırdı lider, sesi emredici bir tonda. "Helios eyalet ordusun devriye birliğiyiz! Kimliğinizi açıklayın ve başlığınızı çıkarın."
Aries durdu, başını kaldırarak grubun liderine baktı. Yüzünde ne bir duygu ne de bir tepki vardı. İfadesi donuk ve yorgundu. Askerler birbirlerine kısa bir bakış atarken, liderin sesi bir kez daha yükseldi.
"Kim olduğunuzu sormak zorundayım, yabancı. Bu bölgede şüpheli faaliyetler rapor edildi. Başlığınızı çıkarın!"
Aries, derin bir nefes aldı. Yolculuğu boyunca bu tür karşılaşmalara alışmıştı. Ancak bu sefer durum farklıydı. Devriye liderinin sesi, bir tehdit algılamış gibi titriyordu. Aries, yavaşça ellerini kaftanının başlığına uzattı ve kaldırdı.
Beyaz saçları, ametist gözleri ve yanağındaki belirgin yara izi, güneş ışığında açığa çıktığında, devriye grubunun tamamı bir anda irkildi. Bu tanımlayıcı özellikler, son iki yıldır her asker ve köylünün zihnine kazınmış bir kabustu. Liderin gözleri büyürken, eli refleksle kılıcına gitti.
"Tanrılar korusun..." diye fısıldadı genç bir asker, gözleri korkuyla açılmıştı.
Grup lideri, derin bir nefes alarak kendini toparlamaya çalıştı. "Bu... Bu o" dedi titreyen bir sesle. "Katil Aries. Şeytan burada!"
Aries, bu unvanı duyduğunda en ufak bir tepki bile vermedi. Onun için artık bu tür sözler, duyduğu diğer seslerden farklı değildi. Umursamaz bir şekilde grubu izledi, gözleri boş, ifadesi donuktu.
Lider, askerlerine döndü. "Hazırlanın!" diye emretti, sesi artık daha emindi. "Bizim işimiz, halkı korumak. Bu adam bir canavar olabilir, ama onu burada durdurmalıyız!"
Askerler, liderlerinin emriyle kılıçlarını ve mızraklarını hazırlarken, Aries onları sakin bir şekilde izlemeye devam etti. İçinden bir ses, savaşmanın gereksiz olduğunu söylüyordu. Ancak devriye grubu, onun kararlılığını test edecek kadar cesurdu.
Genç bir asker komutanına bakarak. "Efendim! Bu adam koca bir orduyu yok etti! Gerçekten saldıracak mıyız?" sesi titriyordu. Genç askerin korktuğu her halinden belli oluyordu.
Komutanları da durumun pek iç açıcı olmadığının farkında olsa da elinden gelen bir şey yoktu. Eğer bu şeytanı görmemiş gibi davranarak kaçarlarsa, ölüm cezasına çarptırılırlardı. Ayrıca ölen milyonlarca insanın kanını yerde bırakmak istemiyordu. Onun görevi halkı korumaktı, böyle bir şeytanın karşısında geri adım atmayacaktı.
Aries, bir adım ileri atarak sessizliği bozdu. Elini kılıcının kabzasına koydu, ancak kılıcı çekmek gibi bir niyeti yoktu. Sessizce onlara bakarken, zihninde gümüş saçlı elfin sesi yankılandı:
"Masumlar ve suçlular arasındaki farkı unuttuğun gün, sen de kaybolacaksın..."
Ancak askerler onun bu duraksamasını bir zayıflık belirtisi olarak gördü. Liderin işaretiyle birlikte, süvariler hızla ona doğru hamle yaptılar.
Aries, askerlerin hücümunu izlerken mana enerjisini serbest bıraktı. Mor alevler, bedeninden yayılarak etrafını sardı. Süvariler ona yaklaşmaya çalışırken, bu alevlerin gücüne dayanamadılar. İlk hamle eden asker, mızrağını doğrulttuğunda alevler onu sardı ve bir çığlıkla yere yığılmasına sebep oldu.
Aries, gözlerini kapatarak içindeki gücü serbest bıraktı. Kaos alevleri, devriyelerin vücutlarına işledi ve bir süre sonra askerlerin damarları şişerek vücutlarındaki kan infilak etti. Havada yankılanan çığlıklar, kısa bir süre içinde kesildi. Ailesine özel olan Kan Hükmü büyüsündeki hakimiyeti gittikçe artıyordu.
Taş döşeli patika, şimdi insan ve at kanıyla kaplanmıştı. Aries, yerde yatan devriyelerin cesetlerinden geriye kalanlarına kısa bir süre baktıktan sonra bakışlarını gökyüzüne çevirdi ve derin bir nefes aldı. Her gün içindeki boşluk bir kez daha büyüyordu. O sırada gizemli elfin sesi yeniden zihninde yankılandı: "Bu karanlık, seninle birlikte her şeyi yutacak, Agares'in Çocuğu..."
Bir süre durduktan sonra hiçbir şey söylemeden yavaşça yoluna devam etti. Aries'in adımları, Helios'un huzurlu vadilerinde yankılanırken, geride yalnızca yıkım ve sessizlik bırakıyordu.
***
Helios, İmparatorluk Sarayı
Helios'un güneşi, Beyaz Büyü Kulesi'nin camlarını parlatırken, Morgana geniş avlunun ortasında kılıcını iki eliyle sıkıca kavramış, Jaksen'e doğru bakıyordu. Jaksen, alnından süzülen ter damlalarına rağmen gözlerini ona kilitlemiş, elindeki ahşap eğitim kılıcını sıkıca tutuyordu. Avluyu çevreleyen genç askerler ve birkaç beyaz cübbeli büyücü, sessiz bir şekilde bu alışılmadık eğitimi izliyordu. Rona da avlunun kenarında, kollarını göğsünde kavuşturmuş bir şekilde izliyordu.
Morgana'nın sesi sert ve kararlıydı.
"Kılıcını kaldır, Jaksen. Eğer kuzeyin soğuk ve karanlık topraklarında hayatta kalmak istiyorsan, korkuyu geride bırakmayı öğrenmek zorundasın."
Jaksen derin bir nefes aldı. Eğitim zorlu geçiyordu. Morgana'nın kılıcı bir eğitim kılıcı değildi; gerçek bir savaş aletiyle eğitime başlamıştı. Jaksen'in kolları titriyor, ama iradesi sağlam duruyordu. Eğitimin başından beri sürekli kendini zorlayan Morgana, onu sınırlarının ötesine taşımayı hedefliyordu.
Morgana, bir anda Jaksen'in üzerine yıldırım gibi atıldı. Ahşap kılıcı havada hızla savruldu, ancak Jaksen son anda geriye doğru sıçrayarak darbeyi savuşturmayı başardı. Ayaklarının altındaki taş zemin, sert hareketlerle inliyor, kılıçların havada bıraktığı ıslık gibi sesler yankılanıyordu.
"Fena değil!" diye bağırdı Morgana, dudaklarında belli belirsiz bir gülümsemeyle. "Ama fena değil, kuzeyde seni hayatta tutmaz. Daha hızlı olmalısın. Daha öngörülü."
Jaksen, dişlerini sıkarak bir hamle yaptı, ancak Morgana, ona bir adım önde olmanın avantajını kullandı. Kılıcını eğerek Jaksen'in silahını savurdu, ardından onu yere doğru itti. Genç adam sırt üstü yere düştüğünde, eğitim kılıcı elinden kaydı. Göğsü hızla inip kalkıyordu.
"Bu kadar mı?" diye sordu Morgana, kılıcını yere saplayarak ona doğru eğildi. Gözleri, Jaksen'in yorulmuş ifadesinde sert bir merakla gezindi. "Kalk. Düşman senin dinlenmeni beklemeyecek."
Jaksen, dizlerinin üzerine kalkarken, Rona müdahale etmek ister gibi bir adım attı, ancak Morgana'nın sert bakışı onu durdurdu. Morgana, eğitim boyunca Rona'nın sadece bir izleyici olmasını emretmişti.
Eğitim birkaç saat daha sürdü. Morgana, Jaksen'in dayanıklılığını ve iradesini sınamış, onu yorgunluktan yere düşene kadar zorlamıştı. Çocuğun giysileri yırtık pırtıktı ve tüm vücudu hafif sıyrıklarla kan içerisindeydi. Nihayetinde, genç kahramanı omzundan tutarak ayağa kaldırdı ve başını hafifçe eğerek bir şeyler mırıldandı. Bu sözler, bir övgü ya da bir azarlama değildi; daha çok bir rehberlik ifadesiydi.
"İyi iş çıkardın, Jaksen," dedi sonunda. "Ama bu sadece başlangıç. Kuzey, bu saraydaki rahat hayatından ve geldiğin dünyadan çok daha acımasızdır."
Jaksen şaşkın bir ifadeyle başını kaldırdı. "Kuzey mi? Kuzeyde ne işimiz var?"
Morgana, elini omzundan çekip kılıcını beline yerleştirirken cevap verdi. "Benim bir görevim var ve sen de benimle geleceksin. Bu, yalnızca bir yolculuk değil, aynı zamanda senin için bir tecrübe olacak. Gerçek bir kahramanın nasıl olacağını öğrenmen için."
Rona, bunu duyduğunda hemen araya girdi. "Üstad Morgana, bu çok tehlikeli! Jaksen henüz hazır değil. Kuzeydeki durumun nasıl olduğunu biliyorsunuz. Ona burada eğitim vermeye devam edebiliriz."
Morgana, Rona'ya dönerek keskin bir bakış attı. "Rona, bu benim kararım. Kahramanın eğitiminde teoriden çok pratik önemlidir. Jaksen'i burada korunaklı bir şekilde tutmak, ona bir şey öğretmez. Kuzeyde, gerçek savaşın ne olduğunu görmesi gerekiyor."
Rona, bu sözler karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. Morgana'nın otoritesi tartışılmazdı, ancak içinde Jaksen için derin bir endişe vardı. Onu bu yolculuğun getireceği tehlikelerden korumak istese de Morgana'nın kararını sorgulamanın faydasız olduğunu biliyordu.
Morgana'nın astları, bu karar doğrultusunda hızla harekete geçti. Atlar, kılıçlar ve büyü ekipmanları hazırlanmaya başlandı. Kuzeye olan bu yolculuk için yanlarına en güvenilir askerlerini almayı planlıyordu, ancak bu yolculuk büyük bir orduyla değil, seçkin bir ekiple yapılacaktı.
Morgana, Jaksen'in yanına yaklaşarak alçak bir sesle konuştu. "Kuzeyde seni bekleyenler kolay lokma olmayacak, Jaksen. Yolda hem fiziksel hem de zihinsel olarak kendini hazırlamalısın. Bu yolculuk, yalnızca bir savaş değil; senin kim olduğunu keşfetmen için bir fırsat olacak."
Jaksen, Morgana'nın bu sözlerinin ağırlığını hissetti. Kuzeyde onu neyin beklediğini bilmiyordu, ancak Morgana'nın kararlılığı ona güven verdi. Bir yandan korkuyor, bir yandan da heyecanlanıyordu.
Hazırlıklar geceye kadar sürdü. Askerler, yiyecek stoklarını ve teçhizatlarını kontrol ederken, Morgana yıldızlı gökyüzüne bakarak düşüncelere daldı. Jaksen ise bir köşede, yorgun ama umut dolu bir şekilde kılıcını temizliyordu.
Morgana, sessizce Jaksen'e baktı ve içinden geçirdiği düşüncelerle yüzleşti. "Bu çocuk, kahraman olarak çağrıldı. Ama bir kahraman olmak ne demek? Bu yolculuk hem onun hem de benim sınavım olacak."