Aetheris; Kaosun Tahtı Bölüm 11 - Fırtına Öncesi Sessizlik

Agares'in Çocuğu Bölüm 11 – Fırtına Öncesi Sessizlik

Güneş, altınımsı ışıltılarıyla Helios’u bir kez daha aydınlatıyordu. Şehir, taze bir sabahın serinliğiyle canlanıyor; beyaz taşlarla döşeli geniş yollar, sabah ışıklarını yansıtarak sanki birer aynaya dönüşüyordu. Çan kulelerinden yayılan melodik sesler, şehrin uyanışını müjdeliyordu. Helios, bir medeniyetin kalbi olarak atmaya başlamıştı.

Jaksen, Rona’nın rehberliğinde ilk adımlarını attığında, şehrin ihtişamı ve kaosu arasında bir denge kurduğunu fark etti. Rengarenk kumaşlarla kaplı tezgahlar, şehrin ana caddelerini bir pazar yerine dönüştürmüştü. Tüccarlar, ellerindeki malları bağırarak pazarlıyor; ipekten dokuma kumaşlar, egzotik baharatlar, parlayan mücevherler ve hiç görmediği meyveler tezgahlarda sergileniyordu.

“Güneşten daha parlak elmalar! Bir ısırıkta enerji bulacaksınız!” diye bağırdı genç bir satıcı, morumsu bir parıltıya sahip meyveleri tutarak. Yanındaki daha yaşlı bir adam, müşterilere altın saplı bir hançeri gösteriyordu. “Bu hançer, elf büyüsüyle işlendi. Gölgeleri bile keser!”

Jaksen, kalabalığın arasında gezinirken farklı insanlara, farklı hikayelere tanık oldu. Bir grup insan, sokakta yığılmış tahıl çuvallarının başında hararetle tartışıyordu.

“Bu kadar pahalıya buğday mı olur?” dedi yaşlı bir kadın, çuvalı işaret ederek. “Bu parayla evimizi nasıl geçindireceğiz?”

Biraz ileride, bir grup tüccar, köhne bir ahşap tezgâhın etrafında toplanmış, hararetle konuşuyorlardı. Her birinin yüzünde bir tür çaresizlik ve öfke karışımı vardı. Üzerlerindeki kumaşlar, zenginliklerini gösterse de duruşları, işleri ters giden insanlar gibi sıkıntılıydı.

“Köle pazarı neredeyse kurudu,” dedi orta yaşlı bir adam, sesi alçak ama öfkesini bastırmaya çalıştığı belliydi. Uzun parmaklarıyla sakalını sıvazlarken, konuşmasına devam etti. “Aries denen şu asi yüzünden. Bir zamanlar pazar dolup taşardı, ama şimdi… Şimdi ne yapacağız? Satacak köle bulamıyoruz.”

Yanındaki daha genç bir adam, eliyle tezgâhın kenarına vurarak bağırdı. “Aries denen iblis!” Yüzü kıpkırmızı kesilmişti, yumruğunu sıkarken damarları belirginleşmişti. “Halkımızın düzenini alt üst etti. Köleleri özgür bıraktığından beri yeni köle bulmak imkansızlaştı. İş gücü sıkıntısı çekiyoruz. Tarlalarımız, madenlerimiz, atölyelerimiz… Hepsi zarar görüyor!”

“Ve fiyatlar…” diye araya girdi başka bir tüccar, başını iki yana sallayarak. “Yeni bir köle bulabilmek için bir servet ödemeniz gerekiyor. Bir zamanlar iki gümüşe aldığımız iş gücüne şimdi bir altın istiyorlar. Bu gidişle çiftliklerimiz batacak.”

Konuşmalar, Jaksen’in dikkatini çekmişti. Rona, hafif bir kaş hareketiyle onun sessiz kalmasını işaret etti, ancak Jaksen, duyduklarından kendini uzaklaştıramıyordu. Bu dünya, daha önce bildiği her şeyden farklıydı. Burada, insanların “düzen” olarak adlandırdığı şey, köleliğin ayrılmaz bir parçasıydı. Özgür bırakılan köleler, bu insanlar için bir trajediyi temsil ediyordu.

Tüccarların biri, avuçlarını açarak sanki bir açıklama bekliyormuş gibi havaya baktı. “Bir toplum, çalışkan ve sadık eller olmadan nasıl ayakta kalır? Köleler olmadan işler nasıl yürür? Aries, yalnızca köleleri özgür bırakmadı; aynı zamanda hepimizin hayatını mahvetti. Çiftliklerimizin boş kalması mı düzen? Bu mu adalet?”

Bu konuşmalar, Jaksen’in zihninde bir yankı gibi dolaşıyordu. Bu dünyanın “düzeni” gerçekten böyle miydi? Bir düzenin devamı için başka bir grubun zincirlenmesi mi gerekiyordu? Ancak etrafındaki insanların bakışları ve ifadeleri, onların bu sistemin doğal olduğunu düşündüğünü açıkça gösteriyordu. Rona, bu tartışmaları soğukkanlılıkla dinliyordu, ama gözlerinde beliren hafif rahatsızlık, onun da bu konudan hoşlanmadığını belli ediyordu.

“Bir düzenin sürdürülebilirliği, kimin sırtına yüklendiğine bağlıdır” dedi Rona, Jaksen’in kafasındaki karmaşayı fark etmiş gibi. “Bizim dünyamızda insanlar, kendi çıkarları için her şeyi meşrulaştırabilir. Fakat unutmalıyız ki, tarih boyunca bu tür sistemlerin hepsi bir gün çöküşe uğramıştır. Bence senin gibi kahramanlar sayesin de bu tarz sistemler her zaman çökmeye mahkûm.”

Jaksen, çevresindeki tüccarların konuşmalarına bir süre daha kulak verdi. Her biri, köleliğin kaldırılmasının yalnızca bir ekonomik kriz değil, aynı zamanda bir düzen yıkımı olduğuna inanıyordu. Ancak bu düzenin adil olup olmadığını kimse sorgulamıyordu. Onlar için Aries bir kaos kaynağıydı; özgürlüğü getiren değil, düzeni bozan bir güçtü.

Yürümeye devam ederlerken, Jaksen, bu dünyanın normlarını daha iyi anlamaya başlıyordu. İnsanlar kendi hayatlarını sürdürebilmek için başka hayatları kontrol etmeyi normal kabul etmişlerdi. Fakat bu normallik, Jaksen’in bildiği adalet kavramıyla çatışıyordu. Belki de bu dünya, kendi düzeni içinde bir düzen arıyordu.

Yürümeye devam ederken, devasa bir yapı yavaşça görünmeye başladı: Güneş Tanrısı Helian’ın tapınağı. Tapınağın altın işlemeli duvarları, sabah güneşinde parlıyordu. Çatısında yükselen kubbeler, gökyüzüne doğru uzanıyor; her biri, Güneş Tanrısı’nın gücünü simgeleyen ışık motifleriyle süslenmişti. Tapınağın önünde, güneş ışığıyla yıkanmış geniş bir meydan uzanıyordu.

“Burası Helian’ın mabedi” dedi Rona, tapınağı işaret ederek. “Bu tapınak, Gallant İmparatorluğu’nun ruhunu temsil eder. Helian’ın ışığı, halkın inancını ve imparatorluğun gücünü ayakta tutar.” Tapınağın önün de ki kalabalığı göstererek "Herkes buraya, Helian'ın kutsal ışığına dokunmaya gelir" dedi "Bu dünyadaki her şey o ışıkla aydınlanmış."

Tapınağın önünde toplanmış kalabalık, dua ediyordu. Ellerini gökyüzüne açmış insanlar, sessizce mırıldanıyordu. Bir rahip, yüksek bir kürsüden, Helian’ın ışığının dünyayı karanlıktan nasıl koruduğunu anlatıyordu.

“Helian’ın ışığını takip edenler, asla karanlıkta kaybolmaz” dedi rahip, sesi meydanda yankılanarak.

Jaksen, bu kutsal atmosferin büyüsüne kapılırken, bir köşede fakir bir adamın, elindeki bozuk paraları dua eder gibi sıkıca tuttuğunu fark etti. Helian’ın ışığı, bu insanlar için sadece bir inanç değil, aynı zamanda bir umut kaynağıydı.

Tapınaktan ayrıldıklarında, şehir manzarasında bir başka görkemli yapı yükseliyordu: Beyaz Büyü Kulesi. Yüksekliğiyle bulutlara değen bu kule, kristal cam pencereleriyle ışığı her yöne saçıyordu. Jaksen, kulenin zarif spiral mimarisini incelerken, büyü ile taşın nasıl bu kadar uyum içinde şekillendirildiğini düşündü.

“Dışardan ne kadar etkileyici dursa da içerisinde olmak daha heyecan verici.” dedi Rona, Jaksen’in dikkatini fark ederek.

Kulenin hemen yanında, Helios’un başka bir simgesi yükseliyordu: İmparatorluk Sarayı. Sarayın devasa sütunları, kabartmalı taşlarla süslenmiş; kapılarında altın zırhlı muhafızlar nöbet tutuyordu. Sarayın bahçeleri, dünyanın dört bir yanından getirilen egzotik bitkilerle doluydu. Çeşmelerden akan su, güneşin ışığında küçük gökkuşakları oluşturuyordu.

“İmparatorluk Sarayı, yalnızca bir yönetim merkezi değil” dedi Rona, sesine saygı dolu bir ton ekleyerek. “Aynı zamanda Gallant’ın onurudur. Her bir taş, binlerce yıllık bir geçmişin hikayesini taşır.”

Bu devasa yapılara büyülenmiş gibi bakan Jaksen, kendini tamamen farklı bir dünyada olduğuna nihayet inandırabilmişti. Bir süre bu yapıların ihtişamını izlerken, sokaklarda ilerlemeye devam ettiler. Bu dünyaya geleli bir ay olmuştu ancak ilk kez Helios şehrini gezme fırsatı bulabilmişti.

Şehrin sokakları boyunca yürürken Jaksen, insanların günlük yaşamlarına daha yakından tanık oldu. Bir terzi, dükkanının önünde oturmuş, ince bir iğneyle altın işlemeli bir pelerin dikiyordu. Yanında duran bir kadın, elbisesini giyerek aynada kendine hayranlıkla bakıyordu.

“Bu bir soylu için hediye mi?” diye sordu terzi, müşteriyle ilgilenirken.

“Hayır,” dedi kadın, hafifçe gülümseyerek. “Kardeşim muhafız sınavını geçerek asker oldu. Bu onun şerefine.”

Bir başka sokakta, çocuklar bir fırının önünde sıraya girmişti. Fırıncı, sıcak ekmekleri tek tek satarken, çocuklardan biri parasını düşürdü. Yaşlı bir kadın, parayı alıp çocuğa uzattı. “Al bakalım, küçük bey. Ama dikkatli olmalısın.”

Her köşede farklı bir hikâye vardı. İnsanlar gülüyor, tartışıyor, hayatta kalmak için çabalıyordu. Ancak bu şehrin büyüsü, tüm bu sıradanlıkta saklıydı.

Günün ilerleyen saatlerinde, Helios’un devasa kütüphanesine ulaştılar. Helios Kütüphanesi, bilgiyle dolu bir mabedi andırıyordu. Taş duvarlarındaki işlemeler, kadim metinleri ve efsaneleri anlatıyordu. Rona, bir süre burada durarak kütüphanenin öneminden bahsetti.

“Helios Kütüphanesi, yalnızca bir bilgi deposu değil,” dedi. “Bu, bir medeniyetin hafızasıdır. Her yazıt, her kitap, geçmişin izlerini taşır.”

Kütüphanenin merdivenlerinden inerken, meydandan gelen bir haberci, at sırtında durarak bağırdı: “Kara elf ordusu Miria’ya doğru ilerliyor! İmparatorluk halkı, savaşa hazır olmalı!”

Haber, şehrin her köşesinde yankılandı. İnsanlar bir anda sessizleşti, sonra fısıltılar yayıldı. Jaksen, bu haberin etkisini yüzlerden okuyabiliyordu. Herkes, yaklaşan fırtınanın farkındaydı.

Rona, Jaksen’e dönerek sessiz bir şekilde başını eğdi. “Bu, sadece bir başlangıç” dedi. “Helios, tarihte birçok kez karanlığın eşiğine geldi. Ama bu şehir, her zaman ışığı buldu.”

Jaksen, Helios’un sokaklarına bir kez daha bakarak bu dünyanın karmaşıklığını ve güzelliğini düşündü. Helios, yalnızca bir şehir değil, insanların hikayelerinin birleştiği bir merkezdi. Ama bu hikayelerin sonu, belirsizlikle doluydu.

Rona, Jaksen’i Helios’un daha az bilinen sokaklarına götürdüğünde, atmosfer tamamen değişti. Burada ihtişam yerini, mütevazı ama canlı bir hayata bırakmıştı. Küçük evler, dar sokakları çevreliyordu. Pencerelerden sarkan çamaşırlar, hayatın basitliğini yansıtıyordu.

Çocuklar, toprak yollarda oyun oynuyor, kadınlar çeşme başında sohbet ediyordu. Bir grup yaşlı adam, köhne bir masada taş oyunları oynarken, genç bir tüccar, mallarını tanıtan neşeli bir şarkı mırıldanıyordu.

Jaksen, bu manzarayı izlerken, bu insanların hayatlarının ne kadar farklı olduğunu düşündü. Onlar için Helios, ihtişamlı bir şehir değil, sadece bir evdi. Ancak bu ev, onların mutluluğunu da sıkıntılarını da saklıyordu.

“Burası, Helios’un kalbi” dedi Rona, sokakları işaret ederek. “İnsanlar burada sadece hayatta kalmaz, aynı zamanda yaşarlar. Onların dertlerini ve mutluluklarını anlamadan, bu dünyayı gerçekten kavrayamazsın.”

Helios’un sokakları, gün batarken bile canlılığını koruyordu. Ancak bu canlılığın ardında, yaklaşan bir savaşın gölgesi vardı. Jaksen için bu şehir, yalnızca bir keşif değil, aynı zamanda bir sorumluluğun başlangıcıydı. Ve o, bu sorumluluğu nasıl taşıyacağını öğrenmek zorundaydı.

***

Helios’un üzerinde gün batımının kızıl ışıkları dans ederken, Gallant İmparatorluğu’nun büyük sarayı, bir kez daha siyasi tartışmaların ve stratejik planlamaların merkezine dönüşmüştü. Devasa sütunlarla çevrili büyük toplantı salonunda, imparatorluk tarihinin en kritik kararlarından biri tartışılacaktı. Güneş Tanrısı Helian’a adanmış, mozaiklerle bezeli geniş salon, gergin bir atmosferle doluydu.

Salonun merkezinde, İmparator Rhaelion Ren Gallant oturuyordu. Altın zırhının parıltısı, otoritesini pekiştiriyor, yorgun yüzündeki derin çizgiler ise bu krizlerin ağırlığını taşıdığını gösteriyordu. Yanında, İmparatorluğun en seçkin figürleri sıralanmıştı: Ogmios, Beyaz Büyü Kulesi’nin başkanı ve bilge bir stratejist; Morgana, savaş meydanlarında efsaneleşmiş bir komutan ve Argus, İmparatorun baş muhafızı ve orduların başkomutanı. Ayrıca, siyasi danışmanlar ve diplomatlar da toplantıya katılmıştı.

Sessizlik, İmparator’un ağır sesiyle bozuldu. “Kara elf ordusunun Miria’ya doğru harekete geçtiğine dair haberler doğrulandı. Uzun süredir orada kamp kurmuşlardı, ancak artık beklemenin sona erdiği anlaşılıyor. Bu, İmparatorluğumuz için bir dönüm noktası olabilir.”

Bir fısıltı dalgası salonu kapladı. Herkes, bu haberin ciddiyetinin farkındaydı. Kara elfler, yıllardır bastırılmış öfkelerini nihayet Gallant’a karşı kullanıyordu. Ancak bu sadece bir sorun değildi; kuzeydeki isyanlar, Cadia’nın sınırdaki tacizleri ve diğer tehditler, İmparatorluğu her yönden kuşatmıştı.

Ogmios, gözlerini hafifçe kıstı ve soğukkanlı bir şekilde konuştu. “Miria, Gallant’ın en büyük şehirlerinden biri. Stratejik bir kale ve batıya açılan kapımız. En önemlisi de imparatorluğun en büyük tarım arazilerine sahip. Onu kaybedersek, yalnızca kaynaklarımızı değil, moralimizi de kaybederiz. Kara elflerin bu hareketi, dikkatle planlanmış bir strateji.”

Morgana, Ogmios’a döndü. Sesinde hem öfke hem de endişe vardı. “Miria’yı savunmamız gerektiği açık. Ancak şu an elimizde yeterince eğitimli asker yok. Kahramanımız bile hâlâ tam anlamıyla hazır değil.” Sözleri Jaksen’i işaret ediyordu. “Onu savaş meydanına göndermek, yalnızca bir kayıp olur.”

Ogmios, alaycı bir ifadeyle başını salladı. “Belki de kahramanımızı savaşın dışında tutmak daha iyidir. Helios, kara elflerin nihai hedefi olabilir. Eğer Miria düşerse, burayı savunacak daha fazla güce ihtiyacımız olacak.”

Jaksen, salonda sessizce otururken, üzerinde hissettiği baskının farkındaydı. Bu insanlar, onun bir kahraman olduğunu söylüyorlardı, ancak aynı zamanda bir kumar oynar gibi hareket ediyorlardı. Henüz yeterince güçlü olmadığını düşünmeleri, Jaksen’in içinde bir hayal kırıklığı yaratmıştı.

Bir diplomat, masanın üzerindeki haritaya işaret ederek konuştu. “Sadece Miria’yı düşünemeyiz. Kuzeydeki isyanlar giderek büyüyor. Özellikle Renoire bölgesindeki bağımsızlık hareketleri, İmparatorluğun dikkatini başka bir yöne çekiyor. Eğer bu isyanlar bastırılmazsa, Gallant’ın kuzey sınırları tamamen savunmasız kalabilir.”

Başka bir danışman, haritanın başka bir bölümüne işaret etti. “Ayrıca ork ve canavaradam sınırlarında hareketlilik gözlemlendi. Bu yaratıkların topraklarımıza saldırma olasılığı her geçen gün artıyor. Eğer kara elflerle savaşırken bu tehditleri göz ardı edersek, sınırlarımızda birden fazla düşmanla karşılaşabiliriz.”

Morgana, yumruğunu masaya vurdu. “Her yerde bir tehdit var gibi görünüyor. Ama gerçek şu ki, kaynaklarımız sınırlı. Her bir düşmana aynı anda odaklanamayız.”

Başka bir danışman, masaya serilen haritada Cadia İmparatorluğu’nun sınırlarını işaret etti. “Cadia, ticaret yollarımızı kesmek için sürekli taciz saldırıları düzenliyor. Bu sadece bir rahatsızlık değil, aynı zamanda ekonomik bir tehdit. Onların saldırıları, halk arasında huzursuzluğu artırıyor.”

Ogmios, bu sözleri dikkatle dinledikten sonra, ağırbaşlı bir ifadeyle konuştu. “Cadia’nın tacizleri, yalnızca bir başlangıç olabilir. Onların asıl hedefi, İmparatorluk’un ekonomik dengesini bozmak. Eğer bu saldırılar devam ederse, Helios bile güvende olmayabilir.”

Bir başka mesele ise Soldnar İmparatorluğu’ydu. Bir diplomat, İmparator’a dönerek konuştu. “Soldnar, büyük bir donanma hazırlıyor. Ancak bu donanmanın Gallant’a yönelik bir tehdit olduğunu düşünmüyoruz. Bilgilerimize göre, bu donanma kuzeydeki bilinmeyen diyarlara keşif yapmak için hazırlanıyor.”

İmparator, kaşlarını çatarak bu sözleri dinledi. “Bu bilgiye ne kadar güvenebiliriz? Eğer Soldnar, kuzeye gitmek yerine topraklarımıza saldırmayı planlıyorsa, bu büyük bir felaket olur.”

Danışman, sakin bir şekilde cevap verdi. “Casuslarımız, donanmanın silahlandırılmadığını ve daha çok keşif ekipmanlarıyla donatıldığını rapor etti. Ancak her ihtimale karşı hazırlıklı olacağız majesteleri.”

Tartışmalar devam ederken, İmparator derin bir nefesle beraber sonunda söz aldı. “Miria, İmparatorluğun kalbini koruyan bir kaledir. Eğer düşerse, Helios da savunmasız kalır. Kara elfler, yalnızca bir tehdit değil, aynı zamanda bir mesajdır. İmparatorluk olarak gücümüzü göstermek zorundayız.”

Başını Jaksen’e çevirdi. “Senin görevin, Helios’u korumak olacak, genç kahraman. Henüz savaş meydanına çıkmaya hazır olmadığını biliyorum. Ancak burada kalıp şehri savunarak, halkın güvenini kazanabilirsin.”

Jaksen, başını hafifçe eğerek bu kararı kabul etti. Ancak içinde, Miria’da savaşan askerler için bir suçluluk hissi vardı. Onların yanında olamayacak olmak, ona ağır geliyordu.

Toplantı sona ererken, bir haberci, büyük kapılardan içeri girdi. Yüzü solgun ve yorgundu. Nefes nefese konuştu: “Majesteleri, kara elf ordusu, Miria’ya ulaştı. Miria’daki askerler, savunma için hazırlıklara başladı. Dük Miriam, acil destek talep etti.”

Bu haber, salondaki herkesin dikkatini çekti. İmparator, masanın üzerinde duran haritaya sert bir bakış attı. “O halde kararlarımızı hemen uygulamaya koymalıyız. Miria konusun da Lejyonlarımızın her biri kritik noktalarda. Miria’ya gönderecek askerimiz yok. Şimdilik Dük Miriam’a güveneceğiz. Çevre bölgelerden derhal askere alım başlatın. Yeterli askerimiz yoksa daha fazlasını toplayacağız. Bu savaş, yalnızca Miria’nın değil, İmparatorluğun kaderini belirleyecek.”

Gerginlik, salonun her köşesine yayıldı. Kara elflerin gölgeleri, yalnızca Miria’nın değil, tüm Gallant İmparatorluğu’nun üzerinde büyüyordu. Ve bu fırtına öncesi sessizlik, yaklaşan kaosun habercisiydi.

Bir hata mı var? Şimdi bildir! Papara: 1733808570(Tıkla, Kopyala)
Yorumlar

Yorumlar

Novel Türk Yükleniyor