Aetheris; Kaosun Tahtı Bölüm 9 - İhtişamın Yükü
Miria Düklüğü Yakınları
Yıldızsız bir gecenin ağırlığı, kamp alanını sessizlikle sarıyordu. Havanın soğukluğunu dağıtan tek şey, çevredeki kamp ateşlerinden yayılan titrek ışık ve ara sıra duyulan uzak fısıltılardı. Tepe üzerindeki büyük siyah çadır, diğerlerinden daha yüksek ve yalnız bir duruş sergiliyordu. Uzaktan bakıldığında bile, bu çadırın içinde oturan figürün ağırlığını hissettiren bir varlık olduğu açıktı.
Çadırın önünde bekleyen iki kara elf figürü, gecenin sessizliğini ağır bir endişeyle bölüyordu.
Zarif hatlara sahip, uzun siyah saçları ve kızıl gözleriyle dikkat çeken kara elf, kırılgan bir ses tonuyla konuştu:
"Neredeyse üç hafta oldu... Ama hâlâ çadırından çıkmadı."
Kadının gözleri, çadırın koyu siyah kumaşına takılmıştı. İçindeki endişe, konuşmalarına ince bir titreme katıyordu. Gözlerinin derinliklerinde hem merak hem de sabırsızlık vardı. Yanında duran, daha sert hatlara ve güçlü bir duruşa sahip başka bir figür, ona döndü. Adamın dudakları bir an kıpırdadı, ama konuşmadı. Gözleri, yalnızca çadırda kilitli gibiydi.
Başını hafifçe eğerek çadırın karanlık siluetine baktı. Gözlerini bir an kapatarak derin bir nefes aldı. "Belki de yalnız kalması gerekiyordur," dedi alçak bir sesle. "Ama... Bu kadar uzun sürmesi tuhaf."
Sesi, çadırdan gelen görünmez bir ağırlığın etkisiyle boğulmuş gibiydi. Kendi içinde bir endişeyi bastırmaya çalışıyordu, ama yüzündeki gergin ifade, bu çabanın başarısız olduğunu gösteriyordu.
Sessizlik, konuşmalarının yerini aldı. İkisinin de zihni karmaşık düşüncelerle doluydu.
Tepenin çevresini kaplayan düzensiz bir çadır ormanı, kara elf ordusunun kampını oluşturuyordu. Küçük gruplar halinde kamp ateşlerinin çevresine oturan savaşçılar, yorgun yüzlerinde çaresizlikle karışık bir sabır taşıyordu. Kimi sessizce silahlarını temizliyor, kimi fısıltılarla konuşuyordu. Ama ne kadar sıradan görünse de bu sahne, üzerlerindeki ağırlığı gizleyemiyordu.
Oliar kasabasından sonra durdurulan bu intikam yolculuğu, her biri için bir sınav haline gelmişti. Liderlerinin emriyle Miria şehrinin yakınlarında durmuş, haftalardır bekliyorlardı. Bu bekleyiş, savaşın öfkesini soğutuyor, onların içinde bir boşluk yaratıyordu.
Miria, Gallant İmparatorluğu'nun gurur abidesi, en büyük üçüncü şehriydi. Onu yok etmek, kara elfler için sadece bir zafer değil, halklarının kölelikten kurtuluşunun sembolü olacaktı. Ancak liderlerinin sessizliği, onları yalnızca sabırlarını değil, bağlılıklarını da sorgulamaya zorluyordu.
"İntikam…"
Kara elfler için bu kelime, bir savaş çığlığı kadar kutsaldı. Bu, sadece ölenlerin değil, yaşayanların da onuruydu. Halklarının onuru, köle edilmiş kardeşlerinin çığlıkları ve katledilen sevdiklerinin hatırası...
Ama liderleri olmadan bu yolda ilerlemek mümkün değildi. Liderleri, yalnızca bir savaşçı değil, aynı zamanda onların umutlarının ve intikam arzusunun taşıyıcısıydı. Onun suskunluğu, tüm kampta bir belirsizlik dalgası yaratıyordu.
Liderlerinin çadırını izleyen savaşçı figür, sessizliği bozarak sordu: "Ne kadar daha bekleyeceğiz? Miria elimizin altında, ama burada kök salıyoruz. Bize bir işaret vermesi gerekmez mi?"
Yanındaki zarif kadın, çadırdan gözlerini ayırmadan cevap verdi: "Onun bir planı vardır. Ama... Endişelenmeye başladım. Bize yol göstermesi gerekirken, bu sessizlik..." Kelimeleri yarıda kesildi. Gözlerinde ilk defa açık bir korku parıltısı belirdi. "Belki de kendi savaşını veriyordur."
Savaşçı adam, kadının bu yorumu üzerine bakışlarını kaçırdı. "Kendi savaşı mı?" diye mırıldandı. "Ama bizim liderimiz o, Liraz. Eğer bizim için burada değilse... O zaman intikam ne anlam ifade eder ki?"
Liraz, gözlerini hafifçe kıstı. "Onu yargılamak bize düşmez, Fenrin. Ama onun bizi bırakmayacağını da biliyoruz. Bekleyeceğiz. Eğer bizi burada bekletiyorsa, bunun için bir sebebi vardır."
***
Büyük çadırın içerisinde, beyaz saçlı bir figür hareketsizce oturuyordu. Gölgeler, çadırın köşelerinde kıpırdıyor, yere serilmiş siyah kumaş zeminin üzerinde bir dans sergiliyordu. Genç adamın ametist gözleri, boşluğa bakıyordu. Ama bakışlarının ardında fırtınalı bir karmaşa dönüyordu.
Sağ yanağındaki derin yara izi, zayıf ışıkta bile belirgin bir şekilde görünüyordu. Düşüncelerinin ağırlığı, omuzlarını yere çakmış gibiydi. Yavaşça, zar zor duyulan bir sesle konuştu: “İntikamın seni kör ediyor, Agares’in Çocuğu…”
Zihninde yankılanan o tanıdık ses bir kez daha belirdi. Gümüş saçlı elf figürü, her gece olduğu gibi bu gece de onun rüyalarına sızmıştı. Onun uyarıları, bu gece zihninin her köşesini ele geçirmişti.
“Soyunu uyandırmalısın… İntikamının esaretinde kaybolmuşsun… Uyan, çocuğum. Bana gel… Endoril’e gel…”
“Gerçek düşmanların kuzeyde, onların kontrollerinden kurtulmalısın. Uyan, Agares’in Çocuğu…”
Bu sözler, zihninde yankılanan bir melodiydi. Her gece rüyalarında gördüğü gümüş saçlı figürün fısıltıları. Ama bu kelimeler, onun için bir cevap değil, yalnızca daha fazla sorunun habercisiydi. Agares kimdi? Gerçek düşman kimdi? Kuzeyde onu bekleyen neydi?
Derin bir nefes alarak gözlerini kapadı. Çadırın içindeki hava, ona ağırlık yapıyordu. Bu çadır, intikam hırsıyla dolu bir genç adamın sığınağıydı. Ama artık bu hırsın yerini, belirsiz bir boşluk almış gibiydi.
“Anne... Ne yapmalıyım?”
Annesinin yüzü zihninde belirdi. Onun şefkatli bakışları ve nazik gülümsemesi, geçmişte bıraktığı huzurun bir parçasıydı. Ama o görüntü, kısa süre sonra başka bir figüre dönüştü. Siyah saçlı, kızıl gözlü ve zarif bir duruşa sahip Lenore. Onun varlığı, Aries’in zihninde hâlâ canlı bir şekilde yankılanıyordu.
“Lenore...” diye fısıldadı. “Keşke burada olsaydın. Ne yapmam gerektiğini bana söyleyebilirdin.”
Ama Lenore de geçmişte kalmış bir hayaletten fazlası değildi. Onun eksikliği, Aries’in içindeki boşluğu daha da derinleştiriyordu. Zihninde dönüp duran bu düşünceler, sanki her seferinde onu daha büyük bir karanlığa çekiyordu.
Rüyalarında gördüğü gümüş saçlı elf, ona sürekli aynı mesajı gönderiyordu. Endoril… Kendanor dağlarının doğusunda, orman elflerinin başkenti. Ancak bu yer, Aries için ulaşılması imkânsız bir mesafe gibi görünüyordu. Oraya gitmek, yalnızca bir yolculuk değil, onun tüm planlarından ve intikamından vazgeçmesi anlamına geliyordu.
Peki, gerçekten gitmeli miydi? Endoril, gerçekten bir cevap sunabilir miydi? Yoksa bu yalnızca bir tuzaktan mı ibaretti?
Aries, başını geriye yasladı ve gözlerini kapattı. Zihnindeki kaos, bir girdap gibi onu içine çekiyordu. İntikam, onun için hâlâ bir gereklilik gibi görünüyordu. Ama son haftalarda bu gereklilik, sönmeye yüz tutmuştu. Kalbindeki ateş, artık yalnızca bir kor gibiydi.
“Gerçek düşmanların kuzeyde…” diye tekrarladı kendi kendine. Ama bu kelimeler, bir cevaptan çok bir bilmece gibiydi.
Zaman, çadırın içinde durmuş gibiydi. Ama dışarıdaki kamp ateşlerinin çıtırtısı ve kara elflerin sessiz fısıltıları, dünyanın dönmeye devam ettiğini hatırlatıyordu. Aries için bu gece, yalnızca bir kararın başlangıcı olabilirdi.
Ve bu karar, yalnızca onun değil, herkesin kaderini değiştirecekti.
***
Gallant İmparatorluğu, Helios Şehri
İmparatorluk Sarayı
Jaksen, sabahki yorucu eğitimden sonra odasına döndüğünde, Rona onu bekliyordu. Hizmetçiler, odanın dört bir yanına yayılmış, zarif kıyafetleri dikkatle düzenliyordu. Odanın köşesinde yer alan büyük, altın işlemeli bir ayna, odadaki her hareketi yansıtarak atmosferi daha da görkemli kılıyordu. Jaksen, Rona’nın işaretiyle yavaşça aynanın önüne geçti ve dikkatle önüne serilen kıyafetlere baktı.
Giydiği altın işlemeli beyaz tunik, dokunduğu anda bile kaliteli bir kumaş olduğunu hissettiriyordu. Kumaşın üzerine işlenmiş karmaşık desenler, Gallant İmparatorluğu’nun gücünü ve ihtişamını simgeliyordu. Desenlerde, Helian'ın kutsal sembolleri, güneş ışınlarını andıran ince altın ipliklerle zarifçe dokunmuştu. Tuniğin etekleri, yere hafifçe sürünüyordu, ancak hareketini kısıtlamayacak kadar ustalıkla tasarlanmıştı. Kumaşın hafifliği, onun yalnızca bir kıyafet değil, adeta bir sanat eseri olduğunu gösteriyordu. Omuzlarına yerleştirilen gümüş işlemeli pelerin ise, Jaksen’i bir savaşçıdan ziyade kutsal bir figüre dönüştürüyordu. Pelerin, omuzlarından başlayarak sırtına doğru zarif bir şekilde dökülüyor, gümüş ipliklerle Helian’ın sembolü işlenmişti.
Jaksen, aynadaki yansımasına bakarken istemsizce yüzünü buruşturdu. "Bunların hepsi gerçekten gerekli mi?" diye mırıldandı. Sesinde hem rahatsızlık hem de hafif bir mahcubiyet vardı. Bu kadar gösterişli bir kıyafetin içinde, kendini tanıyamaz gibi hissediyordu. Kendi dünyasındaki görünümüyle kıyaslandığında bu kadar ihtişamlı bir görünüm, ona oldukça yabancı geliyordu.
Rona, Jaksen’in yanına yaklaştı. Yumuşak bir ses tonuyla konuştu:
“Kahraman olmak yalnızca savaş meydanında kazanılan zaferlerden ibaret değil, Jaksen. İnsanların sana inanması gerekiyor. Bu güveni, yalnızca yaptıklarınla değil, görünüşünle de kazanırsın. Ve bu gece, onların inancını pekiştirmek için bir fırsat.”
Jaksen, Rona’nın haklı olduğunu biliyordu. Yine de bu kadar gösterişli bir ortamda kendini rahat hissetmesi zordu. Ayna, onun içindeki tereddüdü ve yabancılığı yansıtıyor gibiydi. Elleriyle tuniğin kenarını hafifçe çekiştirdi.
“Bu kadar süslemeye gerek var mı gerçekten?” diye sordu.
Rona hafifçe gülümsedi. “Bu yalnızca süs değil,” dedi. “Bu, Gallant’ın halkına, asillerine ve liderlerine verdiği mesaj. Sen onların kahramanısın. Onların geleceği, umudu ve… Helian’ın lütfusun. Bunu unutma.”
Bu sözler, Jaksen’i kısa bir süre düşündürdü. Yaptığı şeylerin önemini biliyordu, ama böylesine ağır bir sorumluluk omuzlarında taşımak, ona hala gerçek dışı geliyordu. Kendine güvenmekte zorlanıyordu, çünkü bu dünyanın siyaseti ve sembolizmi, onun alışık olduğu şeylerin çok ötesindeydi.
Rona, onun tereddüdünü fark etmiş gibiydi. Hafif bir ses tonuyla ekledi:
“Unutma, Jaksen. Bu yalnızca bir kıyafet değil. Bu, bir rol. Ve bu gece o rolü en iyi şekilde oynaman gerekiyor. İnsanların göreceği şey, yalnızca kıyafet değil, senin kararlılığın olacak.”
Jaksen, derin bir nefes aldı. Rona’nın sözleri, biraz olsun ona cesaret vermişti. Başını sallayarak, "Haklısın," dedi. Yine de içindeki rahatsızlık tamamen geçmiş değildi. Yüzüne yansıyan kararlılığı toparlamaya çalışarak ekledi:
“Hadi, hazırız sanırım.”
Rona, kapıya doğru yürüdü ve hafifçe arkasına dönerek bir bakış attı. Gözlerinde, Jaksen’e duyduğu güven ve biraz da merak vardı.
“Evet, hazırız. Şimdi onlara kim olduğunu göster.”
Jaksen, kapının eşiğinden geçerken derin bir nefes daha aldı. Sarayın koridorlarına yayılan ihtişam ve ardında bıraktığı tereddüt arasında yürürken, bu gece yalnızca bir kahraman değil, bir lider gibi görünmesi gerektiğini hissediyordu.
Jaksen, büyük salonun devasa kapılarından içeri adım attığında, derin bir sessizlik yayıldı. Yerden tavana kadar uzanan süslemelerle dolu ihtişamlı duvarlar ve parıldayan avizelerin ışığı altında, gözler bir anda ona çevrildi. Salonda biriken onlarca asil, bir anda fısıldaşmayı kesti ve Jaksen’i incelemeye başladı.
Gözlerinin üzerine çevrildiğini hissetmek, genç adamın nefesini sıklaştırdı. Salondaki atmosfer hem hayranlık hem de sorgulamayla yüklüydü. İpek halıların üzerinde yürürken, Jaksen’in her adımı yankılanıyor, bu yankı sanki her bakışın ağırlığını daha da artırıyordu.
Asillerin arasında süzülen bakışlar, her biri farklı bir düşünceyi yansıtıyordu. Kadınlar, yerleri süpüren ipek elbiseleriyle birer sanat eseri gibi parıldıyordu. Giydikleri kıyafetler, zarif danteller, değerli taşlarla süslenmiş korse ve etekler ile göz alıcı bir ihtişam sergiliyordu. Kimi kadınlar altın ve gümüş takılarıyla dikkat çekerken, diğerleri taş işçilikli mücevherlerle adeta zenginliklerini birer arma gibi taşıyorlardı. Erkekler ise, geniş omuzlu ceketler, ince işçilikle hazırlanmış pelerinler ve aile armalarını sergileyen tokalarla güçlerini ilan ediyordu.
Herkes, İmparatorluğun yeni kahramanı olarak tanıtılan bu genç adamı merakla süzüyordu. Fısıldaşmalar, salonun dört bir yanına yayılan hafif bir uğultuya dönüşmüştü.
“Bu mu o?”
“Bu kadar genç miymiş?”
“Gerçekten de İmparatorluğumuzu kurtaracak kişi bu çocuk mu?”
Bu tür yorumlar, Jaksen’in adımlarını yavaşlattı. Kalbinde bir ağırlık hissetti; her kelime, omuzlarına yeni bir sorumluluk ekliyordu. Yine de bu düşünceleri, yüzüne yansıtmamak için elinden geleni yaptı. Derin bir nefes alarak ilerledi.
Salonun ortasında, büyük bir masanın çevresinde oturan önemli figürler dikkat çekiyordu. İmparator, ihtişamıyla hemen fark ediliyordu. Altın işlemeli uzun cüppesi ve başındaki küçük bir taç, onun otoritesini pekiştiriyordu. Yanında, Ogmios’un bilge yüzü seçiliyordu; gözleri dikkatle Jaksen’i süzüyordu. Morgana ise güçlü ve otoriter duruşuyla bir şövalyenin asaletiyle masada yerini almıştı. Argus ve diğer önemli figürler, giyimleri ve duruşlarıyla asaletin birer temsilcisiydi.
Rona, Jaksen’in yanında yürürken hafifçe eğildi ve alçak bir sesle konuştu:
“Unutma, burada yalnızca izleniyorsun. Senin yapman gereken tek şey, kendin olmak.”
Bu sözler, Jaksen’in içindeki huzursuzluğu biraz hafifletti. Başını hafifçe sallayarak Rona’ya teşekkür etti. Ancak bu, her şeyin daha kolay olacağı anlamına gelmiyordu. Bu salon, yalnızca bir ziyafet salonu değil, aynı zamanda İmparatorluğun asillerinin Jaksen’i tarttığı, her hareketini değerlendirdiği bir arenaydı.
Jaksen, salonda ilerlerken, dikkatle düzenlenmiş detaylara gözleri takıldı. Altın süslemelerle kaplanmış büyük sütunlar, İmparatorluğun gücünü ve ihtişamını sergiliyordu. Duvarlardaki fresklerde, bir tarafta, Helios’un kurucusu ilk İmparator Helian’ın savaşlarını betimleyen freskler; diğerinde ise, Güneş tanrısı Helian’a sunulan kutsal törenler işlenmişti. Avizelerden süzülen ışık, masalarda dizili kristal bardaklar ve altın tabakların üzerinde parıldıyordu. Masalarda yer alan çeşit çeşit yiyecekler, yalnızca İmparatorluğun zenginliğini değil, misafirlerine gösterdiği özeni de yansıtıyordu.
Hizmetçiler, sessiz ve zarif hareketlerle misafirlere şarap dolduruyor, yemekleri servis ediyordu. Ancak onların hareketleri bile, salondaki genel dikkat yoğunluğunu dağıtmaya yetmiyordu. Herkesin gözleri, hâlâ Jaksen’in üzerindeydi.
Bir süre sonra, İmparator ayağa kalktı ve tüm salon bir anda sessizleşti. İmparator’un varlığı, salona hâkim oldu. Gözlerini Jaksen’e çevirdi ve gür bir sesle konuşmaya başladı:
“Bugün burada toplanmamızın sebebi, yalnızca bir ziyafet değil. Bugün, Gallant İmparatorluğu’nun umudunu selamlamak için bir araya geldik. Jaksen, yalnızca bir savaşçı değil, aynı zamanda bu halkın umudu, tanrıların bize bir lütfu.”
Salondaki fısıltılar bir kez daha yükseldi, ama bu kez Jaksen’i yargılayan değil, ona hayranlık duyan ses tonları hâkimdi. Jaksen, İmparator’un bu sözleriyle üzerindeki baskının biraz daha arttığını hissetti. Ama aynı zamanda, bu gece yalnızca bir başlangıç olduğunu biliyordu.
İmparator'un güçlü sesi salonda yankılanırken, herkes dikkatle onu dinlemeye devam etti. Jaksen, salonun tam ortasında ayakta duruyor, İmparator’un her kelimesiyle üzerindeki sorumluluğun daha da büyüdüğünü hissediyordu. İmparator, konuşmasını sürdürdü:
“Jaksen, tanrıların bize gönderdiği bu kahraman, yalnızca kılıcıyla değil, kalbindeki cesaretle de bizi aydınlatacak. Hepimiz, onun liderliğinde İmparatorluğumuzun karanlık günlerden yeniden doğacağına inanıyoruz.”
Bu sözler üzerine salon alkışlarla doldu. Asiller, masalarının önünde oturdukları yerden zarifçe ellerini birbirine vuruyor, Jaksen’i dikkatle süzerek onun bu yükü kaldırıp kaldırmayacağını tartmaya çalışıyorlardı.
Jaksen, bu yoğun atmosferde, kendisini dışarıdan bir izleyici gibi hissetti. Rona'nın sözleri aklında yankılandı: “Kahraman olmak yalnızca savaş meydanlarından ibaret değil” Derin bir nefes aldı ve adımlarını İmparator’a doğru yönlendirdi. Önünde eğilerek, saygısını gösterdi.
“Majesteleri,” dedi Jaksen, sesi olabildiğince kararlı çıkmaya çalışarak, “Bana gösterdiğiniz bu güven ve halkınıza olan inancınız için minnettarım. Söz veriyorum, bu güveni boşa çıkarmayacağım.”
Bu basit ama güçlü sözler, salonun atmosferini bir anda değiştirdi. İmparator memnuniyetle başını salladı ve elini Jaksen’in omzuna koyarak onu masaya yönlendirdi. Jaksen, İmparator’un sağ tarafında ayrılmış özel bir yere oturdu. Bu, onun bu geceki öneminin altını çizen bir detaydı.
Masalar, çeşit çeşit yiyecek ve içecekle doluydu. Şarap kadehleri birbirine tokuşturulurken, zengin kokular salonu dolduruyordu. Altın tabaklarda sunulan egzotik etler, nadir bulunan baharatlarla hazırlanmış sebze yemekleri, parıldayan meyve tabakları, Gallant İmparatorluğu’nun ihtişamını gözler önüne seriyordu.
Jaksen, oturduğu yerde masanın üzerindeki yiyeceklere bakarken, kendi dünyasında hiçbir zaman böyle bir ziyafet görmediğini düşündü. Köylerinde bu kadar bolluk, ancak hikayelerde anlatılan bir şeydi. Ancak bu bolluk, ona rahatlık yerine ağırlık hissettiriyordu. Bu kadar çok şeyin bedeli neydi? Burada oturan herkes, halklarının sırtındaki yükle, lüks içinde yaşamıyor muydu?
Yanında oturan Ogmios, bu düşünceleri okumuş gibi hafifçe Jaksen’e doğru eğildi. “Bu gece, İmparatorluğun yüzünü görüyorsun. Ama bu yüz, her zaman gerçeği yansıtmaz. İhtişam, çoğu zaman korkuyu gizler,” dedi. Gözleri, bir an için masanın diğer tarafında oturan Argus’a kaydı.
Jaksen, Ogmios’un bu sözlerinden sonra çevresine daha dikkatle bakmaya başladı. Kadınlar ve erkekler, kadehlerle neşeli bir şekilde kahkahalar atıyor, birbirlerine zarif sözler fısıldıyordu. Ama yüzlerinde bir maskenin izlerini görebiliyordu. Bazılarının bakışlarında merak ve ihtiyat, bazılarında ise kıskançlık ve küçümseme vardı.
Bir kadın sesi, Jaksen’in düşüncelerini böldü. “Demek kahramanımız sensin,” dedi, karşısında oturan orta yaşlı bir asil kadın. Gözleri, onun üzerinde keskin bir şekilde geziniyordu. “Bunca yıldır tanrıların sessizliğinden sonra, sonunda Helian bize yardım etmeye karar verdi. Bu, elbette sevindirici bir gelişme. Ama... gerçekten bu yükü kaldırabilecek misin?”
Kadının sesi ne dostane ne de saldırgandı. Daha çok Jaksen’i ölçen bir ton taşıyordu. Jaksen, derin bir nefes alarak cevap verdi: “Bu yükü kaldırmak için buradayım. Ama bunu yalnız başıma yapacağımı düşünmüyorum. İmparatorluğun gücü ve halkın desteği olmadan hiçbir kahraman başarılı olamaz.”
Kadın hafifçe başını eğerek memnuniyetle gülümsedi. Ancak Jaksen, bu gülümsemenin altında bir başka anlam olduğunu hissediyordu. Masadaki diğer asiller de bu diyalogu dikkatle takip etmiş, kendi aralarında fısıldaşmaya başlamışlardı.
Ziyafet devam ederken İmparator, bir kez daha ayağa kalktı. Bu hareket, salonda bir kez daha sessizliğin hâkim olmasını sağladı. Herkes ona dikkat kesildi.
“Bu gece yalnızca bir kahramanı selamlamıyoruz. Aynı zamanda birlik olmanın ve İmparatorluğumuzun gücünü yeniden hatırlamanın önemini kutluyoruz. Jaksen, bu salonda oturan herkesin umudu. Ama onun başarısı, yalnızca onun yeteneklerine bağlı değil. Bizim birlik ve desteğimize bağlı.”
Bu sözler hem bir uyarı hem de bir teşvikti. İmparator’un konuşması, asillerin birbirlerine bakarak başlarını onaylar şekilde sallamalarına neden oldu.
Gecenin ilerleyen saatlerinde, masalardaki şaraplar tükenmeye, kahkahalar azalırken fısıltılar yeniden yükselmeye başladı. Jaksen, bu gece boyunca yalnızca bir ziyafete katılmadığını anlamıştı. Bu, onun için bir sınav, bir tartıydı. Gözler üzerindeydi ve her kelimesi, her hareketi, bu yeni dünyada bir yer edinmesi için önemliydi.
Rona, gecenin sonunda Jaksen’in yanına geldi. Yavaşça eğilerek, “Gördün mü? Bu gece yalnızca yemek yemedik. Bu insanlar, seni izliyor, değerlendiriyor. Ama endişelenme, iyi bir izlenim bıraktın,” dedi.
Jaksen, derin bir nefes alarak Rona’ya baktı. “Burada olmak... savaşmaktan daha zor,” diye itiraf etti.
Rona, hafifçe gülümseyerek başını salladı. “Bu da bir savaş, Jaksen. Ve ilk savaşını kazandın. Tebrik ederim.”
Jaksen, salonun son bir kez daha ihtişamına baktı. Ardından, bu gecenin yalnızca başlangıç olduğunu bilerek yavaşça geniş balkon kapısına yöneldi.