Paraxis Oyunları Bölüm 11

"Daha ne kadar bekleyeceğiz ha? "

"Biraz sabırlı ol. "

"Sabır mı! Burada oyun oynamıyoruz Marto! Eğer asansör yeterince hızlı aşağı inmezse tüm akşam canavarlarla falan savaşacağız! "

"Daha bundan 10 dakika öncesine kadar ölmüş olabilirdin ve hâlâ konuşuyor musun? " diyor Marto keskin bir bakış atıp asansörün ineceği yöne tekrar dönerken. Gooru ise son kez oflayıp susuyor. Bundan iki dakika öncesinde ilk Radyo Kulesi'ne varmıştık. 10 metre uzunluğundaki şekilli metallerin en üstüne kurulmuş 350 metre kare alana sahip bir kule burası. Kulenin tam altında yukarı doğru çıkan metal bir ip var ve metal ipin en üstünde, platformun hemen altında sallanan metal bir asansör göze çarpıyor. Asansörü çalıştıran iki ok tuşundan aşağı yönlü olana az önce bastık ancak hiç bir ses gelmedi. Yüksek ihtimal birisi asansörün elektriklerini kesti. Marto ise bu olasılığa rağmen bekliyor. Saat 07:25. Yavaş yavaş ölümü boynumda hissediyorum. Arkamda duran bir grup insanda gezdiriyorum gözlerimi. Nou, Kim Jinwoo, Samantha, Kaito, Gooru, Meya, Thomas, Hirito ve Yo Dojin. Nou ve Kim Jinwoo, Kaito'nun anlattığı ve bazen de eliyle gösterdiği Ki hakkında bazı bilgileri dinliyor. Kaito onlara göre biraz daha bilgili olsa gerek, sonuçta Gizli Oyun'da benimle savaşırken kullandığı Ki Zinciri tekniği cidden inanılmazdı. Samantha panellerinde göz gezdirirken Yo Dojin ise ona taşıttığımız eşyalarımızı yere bırakıp kayanın birine oturuyor. Meya Thomas'ın kesik kolundaki sargıları yenilerken Hirito Gooru'ya siyaset ve ülkenin ekonomik durumu hakkında ciddi konular anlatıyor. Belki ben de Kaito'nun derslerine katılmalıyım düşüncesiyle o yöne yöneldiğimde yukarıdan yüksek bir metal çınlama sesi duyuluyor. O yöne bakıyorum dikkatle.

"A-asansör çalışıyor. " diyor Hirito şaşkınlıkla. Marto ise elini yayına uzatıyor.

"Tetikte olun, aşağı inecek şey düşmanımız olabilir. Herkes silahlarını kuşansın. "

Kılıcımı kınından çıkarıp yere tutuyorum. Metal kayışı döndüren büyük dişliler gıcırdayarak dönerken kayışa bağlı dev metal kutu yavaş yavaş aşağı iniyor. Paslı yüzeyini ve havalandırma kanalını görüyorum. Ve sonunda aşağı iniyor.

"B-bir çocuk mu?.. " ne?

Açık Mavi dağınık saçları ve kahverengi gözleriyle bize bakan 10'lu yaşlarda bir çocuk asansörün içinde bize bakıyor. Gözleri sakin ve kaygısız. Çıplak gövdesinin altındaki cılız bacaklarını örten bol bir pantolon giyiyor çocuk. Eskimiş çarıklarını hareketsizce olduğu yerde tutarken kapı açılıyor.

"Babam sizi davet ediyor. Lütfen beni takip edin. "

Yavaşça kaygılanıyorum. Sonuçta karşımızdaki daha 10 yaşlarında bir çocuk! Marto yayını çocuğa doğru tutarken uzun bir süre kaşlarını çatarak bakıyor. Sanki çocuğun düşman olup olmadığını anlamak için yapılmış bir eylem. Sonra yayını indirip eski monoton bakışlarına geri dönüyor.

"Baban dediğin kişi kim? "

"Gidince göreceksiniz. " diyor çocuk. Bunu söylerken mimiklerini neredeyse hiç kullanmıyor. Çok resmi bir konuşma geçiyor sanki.

"Pekala, geliyoruz. " verdiği karar doğru mu? Çocuk çok sakin bakıyor hepimize. Tatlı bi çocuk gibi ama nedense içimde huzursuzluk var. Ya yukarı çıktığımızda bizi bekleyenler sıcak bir karşılamayla değil bir sürü silahla bekliyor olursa? Veya belki de çocuğu feda edip asansör ipini keserek bizi imha ederler... Marto'nun kulağına fısıldıyorum.

"Hey, Marto. Bu kararından emin misin? Ya yalan söylüyorsa? "

"Eğer yalan söylüyorsa ne yapacaksın Kataki? Kuleye tırmanamayız ve bir yaralımız var. Bir sonraki kuleye aramızda ise 2 kilometre yürümelisin. Zaman daralıyor. "

Haklı. Denize düşen yılana sarılır sözünü hatırlıyorum ve hep birlikte asansöre biniyoruz. İçinde bulunduğumuz dev metal kutu önce gıcırdıyor, sonra sallanarak kalkışa geçiyor. Yükselirken çorak arazinin üstünde batmak üzere olan turuncu güneşi görüyorum. Bir süre sonra o kadar yükseliyoruz ki gözlerim kör oluyor resmen. Agghh, acı. Ama bu güzel bir acı diye düşünüyorum. Sonunda sevdiğim bir acıyı tekrar hissedebilmek bana hâlâ hayatta olduğumu hatırlatıyor. İlk oyunda kendi hayatım için öldürdüğüm insanları düşünüyorum. Fazla mı soğukkanlıyım acaba? Bazen insanlar fazla soğukkanlı insanları psikopat olarak tanımlar ve eğer ben psikopatsam şu an bu metal kutuda yalnız hissetmiyorum, çünkü benim gibi oyunlardan sağ çıkmış bir sürü psikopat var. Yine de ölen insanların nereye gittiğini tekrar sorguluyorum. Acaba nereye gidiyorlar? Güneşe mi? Belki öyledir ha. Ruhları gövdeden ayrılıp sımsıcacık güneşin içine yok olmadan giriyor ve içeride parti yapıyorlardır.. Saçma. Ve sonunda asansör duruyor.

Karşımızda ayakta dikilmiş bekleyen 7 erkek var. Her biri ellerinde metal beyzbol sopaları veya pompalı tüfek taşıyor. 7'sinin ortasında duran iri yarı gövdesiyle gür ak sakallı adam bizi soğuk gözleriyle süzüyor. İçimden "Tanrım, umarım kapı açılmaz" diyorum çünkü eğer düşmanca bir tavır gösterirlerse Tanrı'nın kendisinin bile bizi kurtarabileceğinden şüpheliyim. Gür sakallı adam başındaki arkasına kadar uzamış yele gibi yine beyaz saçlarını geriye itip duman kusan ağzıyla konuşuyor.

"Chap, bunlar onlar mı? "

"Evet baba, bunlar onlar. "

"Beklediğimden daha güçlü bir duruşunuz var, öncekiler gibi değilsiniz. " ö-öncekiler?.. Samantha'nın korkudan titrediğini görüyorum.

"Evet baba, öncekilerden güçlülerdir umarım. " diyor büyük abilerden biri. umarım kelimesi kafamda dört dönüyor.

Yaşlı adam biraz duraksadıktan sonra daha gevşek bir yüz ifadesi takınıyor ve tekrar konuşuyor.

"Ho ho, hoşgeldiniz insanlar. Sizi ağırlamak ne büyük şans. " Kim Jinwoo tuttuğu nefesini veriyor. Böyle bir yakınlık beklemiyordum adamdan. Belki de kitabı kapağına göre yargılamamak gerek ha?

"Bam, onları salona götür. Ben üstüme düzgün bir şeyler giyip geliyorum. "

"Elbette baba. " adam uzaklaşırken sopasını bir kenara fırlatıyor ve geniş ahşap kulübesine giriyor.

"Babam sizi misafiri olarak ağarlamamı istiyor. Buyrun lütfen. "

Diyip eliyle kulübenin kapısının olduğu yönü gösteriyor Bam. Tüm kardeşler maviye çalan gri bir saç tonuna sahip, siyah gözlü ve siyah sakallı. Tuhaf bir genetikleri var. Grubu takip ederek kulübeye giriyorum. Duvarları ahşaptan ve eski ama hiç tozlu değil. Aksine tertemiz. Titiz birisi her gün temizliyor gibi gözüküyor. Girişte Yerdeki dokuma yeşil halıdan önce ayakkabılarımızı çıkarmamız söyleniyor. Koridorda yürüdükçe sağ duvara montelenmiş saati ve duvardaki fotoğraflara bakıyorum. Ailenin her üyesinin hep birlikte çekindiği her yıla ait fotoğraflar var, ancak 2010 senesinden beri 2011 ve 2012'deki en son fotoğraflarında anne yok. Hafif şişman, kısa beyaz saçları olan bir kadınmış anneleri. Tahminimce vefat etti.

"Evet, vefat etti. " diyor kardeşlerden biri. Empati kuruyorum kendimce. Annemi her ne kadar sevmesem de sonuçta o benim annem. Eğer yarın bir gün ölseydi ne yapardım bilemiyorum. Acaba hâlâ yaşıyor mudur?..

"Araba çarptı. Siyah, eski model, parlak jantlı ve alkollü sürücüsü olan züppenin biri işten gelen annemi ezip geçti. " diyor başka bir kardeş. Ortamın gittikçe gerildiğini hissediyorum.

"Ve hâlâ dışarıda bir yerlerde. Yaşıyor bile olabilir. "

"Tom Eddson, 1990. " diyor gözlüğünü düzelten kardeş.

"Eğer hâlâ dışarıdaysa o siktiğimin jantlarını kafasına sok-

"Hey Hey, agresifleşme Pell. "

Pell sıktığı yumruklarını saklamaya çalışıyor. Belki de tablolara hiç bakmamalıydım.

"E-eğer geçmiş bir yaranızı hatırlattıysam özür dilerim.. " diyorum ve etraf sessizliğe boğuluyor.

"Adınız nedir bayım? " diyor 7 kardeşin en genci. Altın işlemeli akrep sembolü olan siyah bir şapkası var. Şapkasını düzeltirken geniş gözleri ve dağınık saçları çekiyor dikkatimi. 15 - 16 var gibi.

"Kataki."

"Bay Kataki, annemin arkasından çok kez yas tuttuk. Tuttuğumuz yaslar sonrası o kadar alıştık ki artık bizim için geçmişte yaşanmış kötü bir anıdan farkı kalmadı. Bizim için problem değil, ancak yine de Babam'a bu konudan bahsetmeyin. Her açtığımızda sakinliğini koruyamayabiliyor."

"Oh, pekala. " susuyorum. Beklediğimden çok daha olgun bir genç çıktı.

Koridordaki duraksamamızdan salona varıyoruz. Ortada Upuzun bir masa var, üstüne tabaklar çatal kaşık yerleştirilmiş. Masanın en sonundaki sandalyeden bir metre uzakta bir şömine çarpıyor gözüme. Şöminenin içinde çatırdayarak yanan odunlar gözlerimi acıtıyor. Tavana asılı avize ve üstündeki onlarca muma bakarken buranın bir şato mu yoksa bir gözlem evi mi olduğunu ayırt etmekte zorlanıyorum. Vazoları da incelemek istediğim sırada karnım gurulduyor. Ah, Sabahtan beri hiç bir şey yemedim, açım.

"İstediğiniz bir sandalyeye oturabilirsiniz. " diyor kardeş.

Şömineye en uzak sandalye ve şöminenin önündeki sandalyenin tam karşısında bulunan sandalyeye Kaptan Marto oturuyor, ben ve Nou da onun sap ve soluna oturmak için yeltenirken Kaito benim yerimi benden kapıyor, bu yüzden Kaito'nun yanına oturabiliyorum.

"Merhaba Kataki abi. " diyor Kim Jinwoo. Gülümseyerek yanıt veriyorum. Sağımda Samantha ve sağ çaprazımda Gooru oturuyor. Hemen yanlarında Hirito'yla Yo Dojin, en uzağımızda ise Meya ile Thomas yer buluyor. Meya Thomas'ı yavaşça üzerinde bulunduğu küpten indirip sandalyeye oturtuyor.

"O çok yaşamaz. " diyor Pell. "İyileştirilmezse iltihap kapıp ölecek.

"Elimizdeki her şeyi deniyorum zaten. Sizde hiç metil alkol var mı? "

"Sanırım Matt'in çekmecelerinden birinde görmüştüm, yemekten sonra getiririm. " neden yemekten sonra ki, Hızlı tedavi edilmezse iltihap kapıp öleceğini söyleyen o değil miydi?

Ve o sırada üstüne daha düzgün elbiseler giymiş baba ve yanında yemekleri servis edecek olan ortanca kardeşlerden biri aşçı önlüğüyle içeri giriyor. Baba masaya otururken çocuk Marto'dan başlayıp herkese yemeklerini dağıtmaya koyuluyor.

"Meksikalı usülü Baharatlı Tavuk Yahnisi. Ailemizin geleneksel yemeklerindendir. " gerçi pek de Japonlara benzemiyor bunlar. Biraz esmerler sanki.

"Karım Japondu, ben ise Meksikalı. Ta ülkemi bırakıp bu kulübeyi inşaa ederek hayata tutunmaya buraya taşındım. Aaah eski zamanlar. Neredesin Mi Flor..." yaşlı adam geçmiş bir anısını hatırlayıp üzgünce gülümsüyor. Yahninin tadı cidden çok güzel. Baharatı bol ve eti yumuşacık. Suyunda yüzen tavuk eti olduğunu tahmin ettiğim et parçaları ve patatesler ağzımı sulandırıyor. Ama Marto hiç de mutlu olmuş değil gibi. Halbuki ne kadar da iyi insanlar.

"Sadede gel yaşlı adam. Bizden ne istiyorsun? " saat 07:53'ü gösteriyor. Yaşlı adam hafifçe sırıtıyor.

"Oh, demek sonunda anladın. "

Elini masaya koyarken tüm çocukları da Marto'ya bakıyor.

"Sizi istiyorum, hepinizi takımımda istiyorum. Katılın ya da... " daha az önce yemek yiyen oğullar soğuk bakışlarıyla Kaptan'ımızı donduruyor. Hiç bir göz bana odaklanmamasına rağmen kendimi buz tutmuş gibi hissediyorum. Sanki bir şey kalbime baskı yapıyor. Marto'nun hissettiği baskıyı hayal edemiyorum bile. Ve Marto sonunda cevaplıyor.

"Katılmazsak n'olur?.. "

Bir hata mı var? Şimdi bildir! Papara: 1733808570(Tıkla, Kopyala)
Yorumlar

Yorumlar

Novel Türk Yükleniyor