Valerien Bölüm 2
Lonalion hızlıca dönüp Steve’in yumruğunu tutup, Steve’i havaya kaldırıp etrafında çevirip Marko’nun üzerine fırlattı.
Yerde yuvarlanan Marko ile Steve’in aklında tek bir düşünce vardı.
“Başaramayacak mıyız?”
Marko gibi birisine bile bunu düşündüren adam Lonalion Ran’dı.
Lonalion yerde olan Marko ve Steve’in üzerine doğru yürümeye başladı.
—Kural falan artık umrumda değil.
Steve ölüm korkusunu en derinlerine kadar hissetti.
—Sizi öldürmek istiyorum.
Marko kendini zorlayarak ayağa kalktı. “Artık zamanı gelmeli!” diye düşünüyordu.
Marko, Steve’i yakasından tutup yerden kaldırdı ve gözlerinin içine inançla bakarak;
—Neredeyse sona geldik. Bu son saldırıda sana ihtiyacım var, dedi.
Steve korkuyor olmasına rağmen savaşmaya devam etmek zorundaydı. Marko’nun gözlerindeki inancı boşa çıkaramazdı.
Steve, Lonalion’a doğru yürümeye başladı.
Lonalion bi anda Steve’in karşısına geldi ve elinin tersiyle Steve’in kafasına bir yumruk attı. Steve bu yumruk ile bilincini kaybetti ve yere yapıştı.
Lonalion şaşırmış bir şekilde yerdeki Steve’e bakıyordu. “Neden kafası uçmadı? O yumruğu tüm gücümle atmıştım?!” diye düşünüyordu Lonalion.
Marko gülümsedi.
&Yavaş yavaş sona geliyoruz sanırım.
Lonalion şaşkın bir ifadeyle Marko’nun suratına baktı.
Marko Lonalion’un üzerine atıldı ve yumrukları sallamaya başladı. Lonalion yumrukları savunabiliyordu ama karşılık veremiyordu. Eğer karşılık verirse güçlü bir yumruk yiyeceğini biliyordu.
Marko daha da hızlanmaya başladı. Lonalion, Marko’nun yüzündeki gülümsemeyi görünce daha da geriliyordu.
“Burada hangimiz Canavar?”
Steve bilincini geri kazanmaya başladığı sıralarda ayağa kalkmaya çalışsa da kalkamadı ama Marko’nun Lonalion ile savaşını görünce rahatlayıp kendini bıraktı.
Marko daha da hızlanırken Lonalion daha da yavaşlıyordu.
Marko seri yumruklarla Lonalion’un karnına ve suratına defalarca vurmaya başladı. Lonalion bilincini nerede kaybetmek üzereydi ama karşılık vermeye devam ediyordu.
Marko yumruğunu gerdi ve tüm gücüyle Lonalion’un kafasına geçirdi. Lonalion bilincini kaybedip yer yapıştı.
Marko nefes nefeseydi. Hemen Steve’in yanına gidip nabzını kontrol etti. Nabzının attığını gören Marko rahatladı ve gülümsedi.
—Beklediğimden daha da kolay oldu.
Marko kafasını Lonalion’un olduğu tarafa doğru çevirdi ve Lonalion’u ayakta gördü.
—Nasıl olabilir?
Marko’nun asıl amacı Lonalion’un bilincini kapatıp zehrin onu öldürmesini sağlamaktı. En kolayının bu olduğunu düşünmüştü ve bu sebeple rahattı fakat Lonalion’un ayakta olduğunu gördüğü anda hissettiği tek şey korkuydu.
Lonalion deli gibi kahkaha atmaya başladı. Marko ise Lonalion’un bu halini görünce daha da korktu.
—Siz canavarı öldürmeyi planlarken asıl canavarı yarattınız.
Marko hala neden bu kadar özgüvenli olduğunu düşünüyordu
—Yoksa..!?
Lonalion nefesini topladı. Derin derin nefes aldı.
—Hazır mısın Marko?
—İmkansız!
Lonalion gözünü kapattı ve Qi enerjisini topladı ve damarlarında gezdirdi. Gözü kapalı olan Lonalion bi anda gözünü açtı.
—Ran Tekniği – Alev!
Lonalion’un etrafında alevler uçuşmaya başladı. Marko bu büyünün etkisinde kalmıştı. Sadece izliyordu. Daha önceden aile tekniklerini hiç görmemişti.
Lonalion tekrardan gülümsedi
—Üzgünüm Marko. Yolun sonu senin için geldi. Ben ne olursa olsun yaşamaya devam edeceğim.
Dedi ve parmağının ucunda küçük bir alev topu oluşturdu.
Bu alev topu Marko’nun üzerine hızlıca gelmeye başladı. Yolun ortasında dört parçaya bölünen alev topu etki alanını daha da genişletti. Bu alev topları resmen mermi gibiydi.
Marko kaçmaya çalıştı fakat iki parçaya yakalanmıştı. Karnına isabet eden alev parçaları Marko’nun karnında delik açmıştı. Eliyle deliği kapatmaya çalışan Marko yerde can çekişiyordu. Lonalion arkasını döndü ve Ran konağına koşmaya başladı. Steve kalmıştı fakat o an daha da savaşacak enerjisi kalmamıştı.
Marko yerde can çekişirken sadece gülümsüyordu;
—Demek Ran tekniği bu, diye sayıklıyordu kendi kendisine.
Marko kendi tekniğini henüz öğrenmemişti ama şimdiden heyecanlanmaya başlamıştı. Lonalion, Ran konağına doğru stresle koşarken konağın içindeki insanlar herşeyden habersizdi.
Nille Ran ve Teresa Ran, Lonalion’un iki küçük kardeşiydi. Konakta oturup konuşan iki kardeş yine aynı konuyu konuşuyordu.
Teresa tam anlamıyla güç meraklısı bir kadındı. Kimine göre çok kurnaz kimine göre ise çok masumdu. Okul zamanlarında Marko ile yakın olduğu da biliniyordu. Marko ile Teresa neler yaşadı çok bilinmiyor fakat insanlar onların yakın bir ikili olduklarını biliyordu.
Nille Ran ise abisi Lonalion’un gölgesinde kalmış bir çocuktu. Ama bu gölge olma işi onu hiç üzmüyordu. Oldukça potansiyelliydi fakat bu potansiyeli diğer aileler tarafından bilinmiyordu. Abisinin varlığı onu bilinmeyen biri yapmış olsa bile kendisinin abisine karşı hiçbir kini yoktu, tam tersine abisi onun rol modeliydi.
Birde Roman Ran var. Roman genellikle bölge dışı görevlere giderdi ve bu sebeple ailesi ve kardeşleri ile iyi bir ilişkisi yoktu. Dört kardeş olan Ranların en büyüğü Roman, en küçüğü ise Nille’di.
O malûm gecede Nille ile Teresa konaklarında sohbet ediyordu.
Teresa her zamanki gibi gösterişli bir kıyafet giymiş; iki bacağını üst üste atmış, tekli görkemli bir koltukta oturup sigarasını içiyordu. Nille ise aynı odada oturup elinde bir kalem, bir kitap ile camdan dışarıyı izliyordu.
Nille 15 yaşında olmasına rağmen hiç okula gitmemiş kendi evlerinde ders görmüştü.
Teresa;
—Tüm gün Lonalion’un hazırladığı planlara uyarken hiç sıkılmıyor musun, diye sordu.
Nille kafasını ablasına çevirip;
—Ancak böyle abim gibi olabilirim, dedi.
Teresa bu cevap ile hayalkırıklığına uğradı.
—Lonalion gibi olmak neden bu kadar önemli ki?
Nille ani bir şekilde;
—Kim en güçlü olmak istemez ki, diye cevap verdi.
—Güçlü olsan bile bu gücü lehine kullanabilecek kadar zeki olmazsan bir işe yaramaz!
—Ne demek istiyorsun abla?
—Lonalion’un bu genç yaşında şimdiden varisler yapması gerekiyor. Gelişimimiz bu şekilde ilerliyorsa bir sonraki jenerasyon mükemmel olmalı. Sadece bizim hakim olduğumuz bir dünya hayalî gerçekten de beni çok heyecanlandırıyor.
Nille şaşırmıştı.
—Peki ya buna neden ihtiyacimiz olsun ki? Şuan huzurlu bir şekilde yaşıyoruz ya?
Teresa sinirli ifadeyle Nille’e baktı.
—Babamız neden öldü sanıyorsun acaba?
Nille şaşırmış ve aydınlanmış aynı zamanda ablasının demek istediğine inanamamıştı. Tam o anda konağın kapısı hızlıca açılmış ve içeriye yara bere içinde, yüzü bembeyaz olmuş, yorgunluğu halinden belli olan Lonalion girmişti.
Nille telaşla hızlıca ayağa kalkıp abisine destek olmak için koluna girdi.
Teresa ayağa kalktı ve korkuyla;
—Sana ne oldu abi?
Lonalion nefes nefese bir şekilde;
—Teresa, hemen Reyna’yı çağır, dedi.
Teresa hızlıca merdivenlere doğru koştu ve üst katta bir odaya girdi.O sırada Lonalion ile Nille salonda yalnız kaldı.
—Abi seni odana bırakayım mı?
Lonalion ise kafasını iki yana salladı.
—Bu kattaki misafir odalarından birine götür beni. Üst kat ile zaman kaybedemeyiz.
Nille abisini topallıya topallıya bir odaya soktu. Nille abisini yatağa oturttu ve telaşla;
—Başka ne yapabilirim abi, diye sordum.
Lonalion gülümsedi.
—Birşey yapmana gerek yok. Şimdi çıkabilirsin.
Nille’in gözleri doluyordu.
—Abi ölmeyeceksin değil mi?
Lonalion elini Nillle in başına koydu ve okşadı.
—Endişelenme ölmeyeceğim.
Dedi gülümseyerek.
Nille gözleri dolmuş bir şekilde abisine gülümsedi ve odadan çıkıp kapıyı kapattı. Kolu ile gözünü silip ciddi bir surat ifadesi takındı. Çünkü o anda zayıflık göstermemeliydi. Ne olmak istersen o olursun.
Tam o ara Teresa ile Reyna merdivenden iniyordu. Reyna’nın gözünden uykulu olduğu ve kıyafetlerini yeni giydiği belli oluyordu. Teresa onu uykusundan uyandırmıştı. O telaşla da üzerine ne bulduysa giymişti.
Nille, Reyna’ya odayı işaret etti. Teresa koltuğa oturdu ve endişeli bir şekilde beklemeye başladı. Reyna odaya girdi ve ardından kapıyı kapattı.
Reyna; Ran ailesinin, 13 yaşındayken sahiplendiği bir kız çocuğuydu. Yaklaşık 5 yıl boyunca bu ailede yetişen Reyna, diğer insanlarla hiçbir şekilde bağlantıya geçmemişti hatta neredeyse kimse varlığından haberdar bile değildi. Lonalion’un babası Paul, Reyna’yı ilerde Lonalion’un eşi olması için sahiplenmişti.
Reyna 5 yıl içinde ilk defa Lonalion ile baş başa kalmıştı. Reyna kısa, beyaz, parlak saçlı; 1.70 boyunda, 18 yaşında bir hanımefendiydi. Bu sırada Nille hâlâ endişeliydi fakat endişesini dışarı vurmuyordu. Teresa hemen bir koltuğa oturmuş, bacakları stresten titriyordu.
Valerien ailesinin planının ilk aşaması olan Lonalion’u zehirleme planı işe yaramıştı. Sıra ikinci aşaması olan ölümü doğrulamaktı.
Bu görev Kyle ile Veronica’nın göreviydi.
Kyle ormandan son sürat koşuyorken, Veronica onu takip ediyordu.
Kyle, Veronica’ya nazaran çok hızlıydı ve bu sebeple Veronica, Kyle’a sürekli yavaşlamasını söylüyordu. Kyle kimine göre ailenin en güçlüsüydü kimine göre ise bu isim Marko’ydu. Sürekli değişiklik gösterirdi bu.
Matthew bu göreve kulakları iyi olan Veronica’yı ve onu beklenmedik bir durum için koruması için Kyle’ı görevlendirmişti.
Matthew sürekli Lonalion’u öldürmeye “Kyle ile Marko’yu beraber mi gonderseydim?” diye düşünmeden edemiyordu.
Bu ikiliyi yollasaydı belki de ikinci aşamaya hiç gerek kalmayacaktı ama Matthew, Kyle ile Marko’nun iyi bir ikili olacağını düşünmüyordu. Bu sebeple Steve’i yollamıştı.
Kyle ile Veronica ormanın karanlığının içinden sonunda Ran Ailesinin konağına ulaştı. Veronica konağa yakın bir ağacın tepesine tırmandı ve birşeyler duymaya odaklandı. Kyle ise Veronicayı doğrudan gören başka bir ağacın tepesine çıkıp pozisyon aldı.
Kyle, Teresa ve Nille’in içerde olduğunu hissetti fakat Roman’ın yokluğu onu şüpheye sokuyordu.
Üst insanlar, insanların yaşam enerjilerini hissedebilirdi. Kendi yaşam enerjisini gizleyedebilir. Bunu yapmak da büyük beceri istiyordu.
Kyle yaşam enerjilerinin seviyelerine göre Nille ve Teresa’nın orada olduğuna karar vermişti. Veronica odaklanıp sonunda sesleri duymaya başladı. Aşağı katta dört kişinin kalp atış sesini duydu. Biri çok yavaştı ve tahminen bu Lonalion’du.
Veronica içerdeki insanların ne kadar tedirgin ve endişeli olduğunu hissediyordu. Sonunda dört kalp atışı sesi üçe düştü.
Reyna kapıyı açtı ve odadan çıktı. Veronica bu sesleri çok dikkatli bir şekilde dinliyordu.
Reyna nefesini topladı ve ağzını açtı.
—Lonalion öldü.
Dedi titrek sesiyle.
Diğerlerinin de endişelerini fark eden Veronica kafasını Kyle ‘a çevirdi ve kafasını sallayarak görevin başarılı olduğunu işaret etti. Kyle hızlıca Veronica’nın yanına atladı.
—Emin misin?
Veronica biraz daha bekledi ve;
—Kesinlikle, dedi.
Kyle ağaçtan aşağıdan indi ve hızla uzaklaştı. Veronica da onun arkasından gitti. Konağın içinde ağlayan Reyna sonunda timsah göz yaşlarını dökmeyi bıraktı.
Nille;
—Nasıl olur, diye haykırdı.
Teresa’nın bacakları titriyordu. Teresa ardından arkasında bi varlık hissetti. Bu varlık oldukça güçlüydü.
—Sen haklıydın kardeşim. Güce hakim olmalıyız!
diye bir ses geldi.
Teresa kafasını çevirdiğinde gördüğü şeye inanamadı.
Lonalion onun arkasında duruyor ve gülümsüyordu. Kalbi atmıyordu. Bu sebeple Veronica onun öldüğünü düşünmüştü. Yüzündeki ölü beyazlığı hâlâ duruyordu. Vücudu ayakta durmakta bile zorlanıyordu. Fakat o gülümsemesi onun yıkılmış haline ışık vuruyordu. Kardeşi Teresa’ya güven aşılamıştı.
Güce hakim olmanın farklı anlamları vardı. Gücü kontrol etmekten ziyade gücün ile insanları da ezebilirdin fakat Lonalion, o zamana kadar hep birinci seçeneği düşünmüştü. Lakin bu güçle beraber gelişimin bu insanlarla devam edebileceğine dair inancını kaybetmişti.
“Değişmeliyiz.” dedi Lonalion.
Lonalion şuan ki haliyle bişeyler yapabileceğini düşünmüyordu, destek alması gerekiyordu.
Lonalion nasil hayatta kalmıştı peki? Tüm Ran ailesinin kafasında aynı soru vardı. Kimisi bu sorunun cevabını “O en güçlü.” diyerek cevaplayıp geçiştirdi. Asıl sebebi ise farklıydı.
Tabii ki de en güçlü olmasının bir artısı vardı. Ama Lonalion zaten ölü bir adamdı. Yaşayan ölü diyebilirdik. Lonalion tüm gücü bitene kadar hayatta kalabilirdi. Fakat bedeninin ölü olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.
Lonalion geliştiğinee inanıyordu. Bir üst aşamaya gelmişti. Ölümsüzlük mü?
Yeteri kadar güçlüysen evet, ölümsüzlük.
Lonalion tekniğini uzun süre kullanabilmenin bir yolunu bulmuştu. Teknikler kullanıldığı sürece kullanıcılarına destek olur. Vücutlarını zamanla yenilerdi. Teknikler yaşam enerjilerini canlı tutardı. Üst insanları hayatta tutan ise bu yaşam enerjileriydi. Lonalion işte uzun süre tekniği kullanmayı çözerek ölümsüzlüğü çözmüştü. Fakat tek problem bunun uzun sürmeyeceğiydi. Lonalion ne kadar güçlü olduğunu bilse de buna daha fazla dayanacağını düşünmüyordu. Geç olmadan birşeyler yapmalıydı.
Her açıdan mantıksız olan bu duruma Lonalion sadece gülüyordu. Aile içinde bu konu daha fazla açılmadı. Bundan sonra ne olacağı ise tamamen belirsizdi.
Valerien tarafı görevi başarıyla tamamladıklarından dolayı bir taraftan mutlu bir taraftan da gergindi.
Kyle ile Veronica konağa beraber koşarlarken Veronica’nın aklında tek bir soru vardı. “Lonalion neden son zamanlarında hiç birşey söylemedi? Yanında biri daha vardı fakat çıt çıkmadı. Ya da nasıl olduysa onları duymamamı mı sağladılar?”
Veronica tüm bunları yorumlamaya çalışırken Kyle, Veronica’nın dalgınlığını fark etmişti. Fakat ağzını dahi açmadı. Sadece merakla Veronica’nın yüzüne baktı.
Kyle ile Veronica konağın önüne geldiler ve durdular.
Veronica, Kyle’a;
—Sen içeri girip görevin başarılı olduğunu bildir. Ben diğerlerini kontrol edeceğim, dedi.
Veronica tam arkasını dönüp uzaklaşırken Kyle şiddetle Veronica’nın elini tuttu.
Veronica kafasını Kyle’a çevirdi.
—Ne yapıyorsun?
Kyle’ın, Veronica’yı tuttuğu elinden kırmızı renkte küçük bir kıvılcım çıktığı gözüktü. Kyle bir anda Veronica’yı boğazından tutup çok hızlı bir şekilde bir ağaca yasladı. Kyle tek eliyle Veronica’nın boğazını sıkarken Veronica iki eliyle Kyle’ın elini çekmeye çalışıyordu.
Kyle;
—Eğer kafanda garip şeyler düşünüyorsan ve bu düşünceler bizi olumsuz etkilerse, seni öldürürüm, dedi.
Kyle’ın oldukça sinirli olduğu yüzünden anlaşılıyordu. Veronica’nın ağzından salyaları akarken ayağını ağaca vurarak kurtulmaya çalışıyordu. Kyle, Veronica’yı biraz daha yukarı kaldırdı ve Veronica’nın ayağı yerden kesildi.
Kyle;
—Beni anladın mı, diye tekrardan sordu.
Veronica acı içerisinde kafasıyla onayladı.
Kyle, Veronica’yı bıraktı ve Veronica dizlerinin üzerine düşüp öksürmeye başladı. Veronica daha önce böyle bir gücü hissetmemişti. “Demek ki Kyle bu kadar güçlü. Marko’yu düşünemiyorum bile.” diye düşündü.
Kyle;
—Markoları kontrole ben gidiyorum. Boynundaki elimin izini gizle ve içeriye sen girip görevi bildir, dedi ve konaktan uzaklaştı.
Kyle belki de Valerien ailesinin en temiz kalpli insanıydı ama bazen en kötülerinden biri olabiliyordu. Yaptığı şey Veronicaa özel bir muameleydi. Kyle, Veronica’nın kardeşi Steve’i sevse de Veronica’nın kurnazlığından şüphe duyuyordu. Okul zamanlarında bu durumun acılarını en yakından çeken Kyle, haklı olarak Veronica’ya hiç güvenmiyordu.
Veronica da Kyle dan hiç haz etmezdi. Bu durumdan sonra birbirlerini sevmeleri beklenemezdi zaten. Veronica konağa dönerken Kyle ise Markoların yanına gitti.
Steve gözlerini açtığı anda Marko’nun kendi ağzına bir ağaç dalı sokmuş ve dişiyle sıkarken bi taraftan da yarasını tutuyor olduğunu gördü.
Steve yerden toparlandı ve hemen Marko’nun yanına gitti. Steve Marko’nun yarasına baktı ve kanamanın çoğaldığını gördü.
—Bu yara nasıl oluştu?
Diye sordu lakin Marko o acıyla cebelleşirken, ağzındaki dal ile cevap veremiyordu.
Steve, Marko’yu ayağa kaldırmaya çalışıyordu fakat Marko eliyle durmasını işaret ediyordu. Şuanda yerde hareketsiz kalmak onun için en doğru hamle olabilirdi.
Tam o an Kyle gelmişti.
Steve, Kyle’ı gördü ve telaşla;
—Kyle yardım et, diye bağırdı.
Kyle, Marko’ya doğru yaklaştı ve yarasını fark etti ve;
—Siktir!, dedi.
Kyle yaranın durumunu görünce her seyin geç olduğunu düşünmüştü.
Steve;
—Marko’yu hemen Doktor Wellis’e götür, dedi.
Kyle biraz duraksadı. Durumu ölçtü biçti. Marko’ya doğru eğildi ve Marko’yu yatay bir şekilde kucağına aldı.
Kyle, Marko kucağındayken gözleriyle Steve’i baştan aşağı süzdü ve durumunun iyi olduğunu görüp;
—Sen doğrudan konağa git. Ne olup bittiğini anlat. Ne olursa olsun durma, dedi.
Steve, Marko’yu kastederek;
—Durumu nasıl, iyileşecek mi, diye sordu.
Kyle ise;
—Bilmiyorum. Şuanda sadece eve gitmeyi düşünmelisin, dedi ve başka hiç birşey söylemeden koşarak ormana girdi.
Kyle diğer üst insanlar ile kıyaslandığında çok daha hızlıydı. Belki de en hızlı üst insandı...
Steve ise konağa doğru yönelmişti.
Kyle, Marko biraz daha sakinleştikten sonra ağzındaki dalı çıkardı. Kyle bi taraftan koşarken bir taraftan konuşmaya başladı.
—Lonalion ile dövüşmek nasıldı?
Diye sordu gülümseyerek.
Marko titrek sesiyle;
—Tekniğini kullanana kadar gayet ortadaydı, dedi.
Kyle şaşırdı.
—Tekniğini mi kullandı? Sana bunu yapan onun tekniği miydi?
Marko kafasını sallayarak onayladı.
—Son ana kadar saklamış olsa gerek.
Marko derin bir nefes aldı ve,
—Öldüğünü doğruladınız mı, diye sordu.
—Veronica’nın dediğine göre evet.
—Güvenebilir miyiz?
Kyle kafasını yola kaldırdı.
—Kesinlikle güvenemeyiz ama Matthew kime güvenip güvenmeyeceğini iyi bilir.
Marko zorlukla;
—Bu görevi ona güvenerek yaptık. O yüzden ona her daim güvenmeliyiz, dedi.
Kyle ise;
—Sorun bu ya işte. Veronica’ya güvenerek böyle bir plan yaptık, dedi.
Kyle ormanın ortasında küçük bir kulubenin önüne geldiğinde durdu.
Kapıya yaklaşıp ayağının ucuyla hafifçe kapıya bir iki defa vurdu. Biraz bekledikten sonra icerden 1.70 boylarında sakallı, 50 yaşlarında bir adam çıktı. Bu adam Doktor Wellis’ti.
Doktor Wellis herhangi bir aileye bağlı olmaksızın hasta üst insanlara yardım ederdi. Bir aileye mensup değildi. Vadideki en tarafsız kişi oydu. Kyle da buna güvenmişti.
Wellis;
—Burada ne yapıyorsun, diye sordu.
Kyle ise;
—Kucağımdaki adamı göremeyecek kadar yaşlandın mı, diye sordu ve hiç birşey demeden içeri girdi.
Wellis durmasını söylüyordu fakat Kyle umursamadan içeriye yürüdü. Wellis’te içeri girip kapıyı kapattı. Kulübenin içi tamamen eski eşyalar ile doluydu. Eski, kaotik bir havası vardı evin. Ocakta kaynayan tencereler, küçük saksıdaki bitkiler ile bu ev tamamen amacına hizmet ediyordu.
Kyle, Marko’yu yatağa yatırdı ve Wellis’e
—Marko ağır yaralı lütfen acele et, dedi.
Wellis durumu kavrayamamıştı fakat en iyisinin işe koyulmak olduğunu düşünüp Marko’nun üzerindekileri bir bıçak yardımıyla kesti ve yarasına baktı. Yaranın etrafı yanmış, simsiyah olmuş, kurumuştu. Yaranın içindende sürekli kan akıyordu.
—Böyle bir yara nasıl oluşabilir?
Diye kendi kendine konuşmaya başladı Wellis.
Kyle;
—Burnunu bu işlere sokmamaya çalış, dedi.
Wellis bir an duraksadı ve sonra içinde alkol olduğu tahmin edilen bir şişe, bandaj ve dikiş takımını çıkardı.
Kyle;
—Böyle bir yaraya aşina mısın, diye sordu.
—İlk defa böyle bir yara görüyorum fakat bişeyler deneyeceğim. Lütfen çeneni kapat.
Diyerek cevap verdi.
Kyle umursamaz bi şekilde etrafa bakınmaya başladı. Kulübenin içinde volta atmaya başladı. Burası küçük bir kulübeydi ve içi kırık döküktü. Sadece 2 odası olan bu kulübede yaşamak zor olmalıydı.
Kyle iş üzerindeki Wellis’i izlerken omzunda hafif narin bir el hissetti. Kyle hızlıca arkasını döndü ve okuldan arkadaşı olan Natasha ile karşılaştı.
Natasha 18 yaşında, uzun boylu, uzun kahverengi saçları olan oldukça fit bir kadındı. Kyle, Natasha’yı görünce Wellis’in Natasha’nın babası olduğunu hatırladı.
Natasha gülümsedi ve alaycı bir şekilde;
—Seni buraya hangi rüzgar attı hanımefendi, diye sordu.
Natasha; Kyle’a hanımefendi lakabını, uzun ve bakımlı saçından dolayı takmıştı.
Kyle gülümsedi.
—Buraya gelmem için elbette geçerli bir sebebim var. Ayrıca hanımefendi de değilim.
Dedi ve işaret parmağı ile yatakta yatan Marko’yu işaret etti.
Natasha Marko’yu görünce şaşırdı. Yüzünde korku belirdi.
—Marko’nun nesi var?
—Burnunu sokmaman daha iyi olur.
Natasha’nın endişesi yüzünden belli oluyordu, Kyle bunu fark etmişti.
Kyle, Natasha’ya;
—Korkma. Bu adam ile ölüm kelimesini yan yana getiremiyorum.
Dedi ve gülümsedi.
Valerien konağında ise Veronica ile Matthew görüşme gerçekleştiriyordu.
—Görevin başarılı olduğunu doğruladım.
Matthew de bundan korkuyordu zaten. Matthew bu doğrulamayı Marko yada Steve den bekliyordu fakat Ran konağına gönderdiği Veronica dan bu bilgi gelince savaşın, savaş alanında sona ermediğini, tüm bu olanlar Lonalion’un savaş alanında ölmeyip, eve gidip ölmüş olduğu anlamına geliyordu.
Matthew;
—Konağa girdiklerinde ne konuşuyorlardı, diye sordu.
—Sıkıntı burda. Konuşmadılar.
—Son ana kadar orda mıydın?
—Kalp atışı durduktan sonra oradan ayrıldık.
—Veronica dışarı çıkıp Samuel’e Ran konağına gitmesini emrettiğimi söyle.
Veronica şaşırmıştı fakat hemencecik odadan ayrılıp kapının biraz uzağındaki Samuel’e gidip Matthew’in emrini iletti.
Samuel biraz isteksiz görünüyordu fakat buna rağmen kapıya doğru yöneldi. Kapıdan çıkarken ise “Hani bizden yardım istemiyordun?” dediği Veronica tarafından net bi şekilde duyulmuştu.
Valerien ailesi zor zamanlar yaşayacaktı. O geceki hava herkese bu hissi vermişti. Hiç kimse rahat değildi. Matthew’in sözlerine rağmen aile rahat edememiş, uyuyamamıştı. Samuel’in göreve yollanması da bu hislerin haklılık payı olduğunu doğrulamıştı.
Matthew tüm ailelerin Valerien ailesinin üzerine çullanmasından kuşkulanıyordü. Fakat olaylar hiç beklendiğinin aksine hiç de korkulması gerekmeyen bir şekilde sonuçlanmıştı.
O gün yani 4 Eylül 2025 tarihinde Ran ailesinin konağında çıkan büyük bir yangın sonucu Ran ailesinin ölümü duyurulmuştu.
Sebebi bilinmeyen şekilde gelen bu yangın üst insanlar tarafından resmi bir şekilde Ran ailesinin sonu olarak kabul edildi.
Matthew oldukça şanslı olduğunu düşünüyordu. Bazen bir şeyler başarmak için şansın da yardımına ihtacın oluyordu.
Ran ailesinin yok olmasiyla beraber geriye kalan 9 ailede güç dengesi daha da yerine oturmuştu. Ran ailesinin kayboluşunda ki gizemleri araştırmaya devam edenler vardı fakat geride neredeyse bir toz bile kalmamıştı. Bu ölüm o zamanlar; Lonalion’un ölümünden sonra, yeni lider kim olacak savaşı olarak açıklandı. Yani diğer bir deyişle: Ran ailesi kendi kendisini bitirdi.
Yangında geriye kalan ölü bedenlerin külleriydi yalnızca.
Aile toplantıları yapıldı. Ran ailesinin gorevi olan Vadiyi koruma görevi Valerien ailesine verildi. Savaş gücünü ele geçiren aile Valerien oldu. Valerien istedikğinden fazlasını almıştı. Matthew “Bu zaferin sadece benim ailem tarafından bilinecek olması üzücü.” diye düşünüyordu.
Tekrar düzen sağlandı ve yaşam eskisi gibi devam etti.
Ta ki Ran ailesinin planı devreye girene kadar. Valerien ailesi büyük bir yanılgıya düşmüştü. Bu vadideki tek kurnaz olanların kendileri olduğunu düşünmüştüler.
16 YIL SONRA..
Valerien ailesinden olan iki 15 yaşındaki çocuk, gece dışarda konaklarından uzakta, ormanın içinde yürüyorlardı.
Bu çocukların adları: Frances ve Vernon.
Frances, Marko’nun Natasha ile evlendiklerinden sonra sahip oldukları erkek çocuklarıydı.
Marko ile Natasha evlenmiştiler. Ran olayından yaklaşık bir ay sonra evlenmişlerdi. Evlilikleri Doktor Wellis’in desteği ile daha da kolaylaşmıştı. Wellis, kızının Valerien ailesinde huzurlu, mutlu ve barış içinde yaşayacağına inanmıştı.
Vernon ise Matthew’in gayrimeşru çocuğuydu. Matthew annesinin kim olduğunu dahi bilmiyordu. Bir gün konağın önüne üzerinde bir not ile bırakılan Vernon, nota göre Matthew’in çocuğuydu.
Matthew bunu her daim reddetti, bu çocuğun varlığını bir saçmalık olarak görmüştü. Ama yine de çocuğu aileye almıştı.
Matthew öğrenci dönemlerinde çok fazla kadınla beraber olduğundan dolayı bu konudan emin olamıyordu. Ailenin de bu durumdan haberi vardı. Bu sebeple bir bebeğin ölmesine izin veremezlerdi.
Vernon egolu ve kibirli bir çocuktu.
Frances ise mütevazi ve soğukkanlıydı.
—Bugün büyük gün!
Dedi Frances.
Vernon ise gülümseyerek kafasını salladı. Vernon ile Frances dağın yamacına ulaştıklarında ayın ışığıyla beraber dağın aşağısındaki büyük bir şehri görmüştü.
Frances;
—Diğer insanlardan farkımız nedir acaba, diye sordu.
—En basite indirgemek gerekirse her konuda onlardan daha iyiyiz diyebilirim.
Frances düşüncelere daldı.
—O halde neden gelişime devam ediyoruz. Daha ne kadar iyi olacağız? Ya da neden o kadar iyi olmak zorundayız? Bu kadarı bize yetmiyor mu? Diğer insanlar üzerinde hüküm kurmak için mi? Bu sadece acımasız, zalim savaş döngüsünü devam ettirir.
Vernon, Francesi hayranlıkla dinlemişti.
—O halde artık aşağı inip ne var ne yok görelim.
Frances babası Marko’nun araştırdığı bir dosyada bir gece kulübünde yapılan bir katliam olduğunu görmüştü. Frances’in dikkatini ceken katliam değil gece kulübüydü.
Vernon ile Frances aşağı doğru kendinden emin adımlar atarken başlatıcakları ölüm spiralinden habersizlerdi.